15 Aralık 2016 Perşembe

Hoş Geldiniz.

İçimden geldi 😎

Hoş geldiniz.
Hoş geldiniz.
Hoş geldiniz.
Hoş geldiniz.
Hoş geldiniz.














KIŞ SEYRİ..

KIŞ SEYRİ..


Antik Yunan 'da doğa olaylarını kişileştirmesi ve tanrılaştırması, onları anlayabilmek için miydi acaba?

 Poseidon 'dan önce deniz tanrısı olarak anılan , Homeros'un  "deniz ihtiyarı " diye adlandırdığı Proteus, , şekilden şekle girebilmesi ile, denizin her an değişebilen yanını, kestirilemez tabiatını temsil edermiş.

Denizin altında , Ege denizinde Euboea (Eğriboz ) adasın açıklarında yaşadığına inanılan Poseidon, Deniz atlarının çektiği bir savaş arabasını sürüyormuş  , ve O'nun geçeceği denizler önceden çarşaf gibi dümdüz ve kıpırtısız oluyormuş.


İşte bugün, binlerce yıllık geçmişi olan ancak o geçmişten eser kalmamış , Küçükyalı, Kalamış arasındaki deniz kıyısından Poseidon 'un  uğramayacağı bugün çok açıktı. Tam tersine bugün buralarda " kancık " Proteus dolanıp durmaktaydı.

En son, Mustafa abi, Ahmet ve ben , sert hava seyri yaptığımızda , Mustafa abinin dümende Tayo Mar 'ı nasıl da kendi haline bırakıp , seyir yaptığını hayranlıkla ve dikkatlice izlemiştim.
Tayo Mar , o seyirde Kalamış'a doğru orsa seyri ile yol alırken , O'nu tamamen özgür bırakmıştı. Tekne , belli bir süre rüzgar üstüne dönüp, dengeye ulaşmış ve neredeyse hiç bir müdahaleye gerek duymaksızın yürümeye devam etmişti. Bu kadar sert havada neredeyse hiç dümen tutmadan ya da dümene yük bindirmeden seyir yapmıştık.

Ve işte gün bu gündü , Bu seyirden daha sert bir havada ben de teknemi böyle kullanabilecek miydim? sağanaklarda 30 knot esen bir havada ,nereden biliyorsun diyeceksiniz... sende rüzgar ölçer yok ki.. 30 knot ve üstünde çan kendi kendine çalmaya başlıyor, oradan biliyorum.

Sadece ana yelken , ikinci camadan da ve trinket açık halde seyir başladı. Önceleri kendim dümen tutmaktaydım ve Tayo Mar 15 derece yatmış, Dar apaz seyir halinde idi. 

Sağanaklarda biraz daha yatıyor , sonra tekrar düzeliyor yani 15 dereceye geri geliyordu.
Dümende neredeyse hiç yük yoktu ve ben , artık kendini hissettiren Kış ile ara ara yüzünü gösterip "daha bitmedi" diyen sonbahar güneşinin iliklerimi ısıttığı bir tuhaf ruh hali ile seyir yapmaya devam ettim. Bir ara durum öyle bir hal aldı ki , böyle bir havada kontrolü bırakıp, kendime kahve yapıp, geri geldim ve havuzluğa uzandım. Kalamış a yaklaştığımızda , her zaman olduğu gibi rüzgar daha kuzeye döndü ve neredeyse tam kafadan esmeye başladı. Bunu bilen ve bu işlere ilk başladığımda bir türlü yelken ile marinaya dönemeyen ben, artık bir miktar tecrübelendiğimden, Küçükyalı koyunun içinde doğru girmiş idim.

Kafayı açıp, Tayo Mar 'ı öreke taşının tam üzerine gelecek şekilde döndürdüm. Orsa gidebilmek için ise artık floğu açmak gerekiyordu. İşte sınama anı gelip çatmıştı. Mustafa abi ve Ahmet ile seyir yaparken benzer durumda floğu açmış ve seyre istediğimiz hızda devam etmiştik. İlaveten beş derecelik bir yatma meydana gelmişti. Oysa şimdi hava daha sertti ve ben tek başımaydım.

Böyle arar verme anlarında neden se hep rüzgarın hızı artıyor ya da bana öyle geliyor. Kayak yapanlar bilir, hani bir tepenin başına gelir, eğimi tartarsınız ya. Hani gözünüze çok dik geldiği olur. Kaysam mı ,kaymasam mı diye düşünürsünüz. Sonra  bir anda fırlarsınız ve adrenalin tavan yapar ya.. Buda öyle bir durum işte. açsam mı , açmasam mı..? Ya daha çok bayılırsa ? ya kontrol edemez isem.. ?Çünkü artık dalga da var.. Manyak mısın Ersin ne acelen var ..? gidiyorsun ya böyle mis gibi..

Ve , serbest kalan furling tamburu hızla döner , floktan "paaat " diye ses gelir. Trinket, floku görmemi engellediğinden bu paaat sesi çok önemlidir benim için , flokun trimi tamam yani.. içi rüzgarla doldu demek.. Bu paat sesi ile birlikte gözüm biraz kısılır, dişlerimi sıkarım. Aynı zamanda bir alarmdır çünkü.. Tayo Mar , iyice bayılır , küpeşte suya iyice yaklaşır ve denizlerin küpeştenin hemen kenarından nasıl aktığını görürüm.
.
Şimdi Tayo MAr , hızla kıyıdan uzaklaşıp yol almaya başladı.. Rüzgar bindirdikçe bindiriyor. Ama olsun bu sefer daha stabil.. Öreke kayasının açığın kadar böyle yol alıyoruz. Vee Moda koyundan kopup gelen rüzgar küpeşteyi suya öptürüyor. Atık böyle devam etmek mümkün değil. Yelken küçültme vakti. Çan deli gibi çalıyor..

Böyle durumlarda ben rüzgar üstüne dönmek yerine , rüzgar altına Pupa seyrine geçiyorum. Bu şekilde Tayo Mar da flok ve trinketi toplamak daha kolay oluyor. Ana yelken gölgesinde kalan her iki yelken de resmen balon gibi sönüyor çünkü. Yaptığım makara sistemi ile her ikisini de rahatlıkla havuzluktan toplayıveriyorum. Tek başına kalan ana yelken , Tayo MAr 'ı hızla rüzgar üstüne çevirecek ..

Bir iki saniye bekliyorum. Yelkenin bumbası havuzluğa doğru dönmeye  başlarken salıveriyorum sereni .. Hooop, o da anında aşağıda..

 Seren , özellikle böyle sert havalarda yelken toplarken çok rahat ettiriyor adamı. ağırlığı ile düşüveriyor aşağı yelken ile birlikte. Yelkeni hemen iki yanından bağlıyorum. Torbalanıp, şişmesin diye. Şimdi artık 14 beygir makine devrede.. Doğru mazot iskelesine..
Kalamış marinada kuytudaki mazot iskelesi bile esiyor. Eskiden olduğu gibi pompacıya bir ıslık.. Telsizin çalışmadığı zamanlarda palamar isterken de kulenin yanından geçerken ıslık çalardım. Palamarlar alışmıştı artık.. Hey gidi günler.. O dönem eşşek kadar yere palamar sız yanaşamıyormuşum demek.

Pompacı önce kıç halatı veriyor. Ayıp ama.. İnsan biraz denizcilik öğrenir. Kızıyorum. Rüzgar kafadan esiyor baş halatı ver önce diye söyleniyorum. Oysa aynı ben birazdan bahçe hortumundan bana su versin diye nasıl da kibar olacağım. Demek diyorum kendi kendime, istersen kibar olabiliyorsun.

Mazot 125 TL . Depo hayli boşalmış.. Biraz soluklanıyorum. Bu arada Zello da en nihayet Orhan abi ile temas sağlandı. Orhan abi olabilecek en kötü havada yukarı tırmanıyor. İyi seyirler diyoruz hep beraber. Can hocanın çok yakınında Tirilya. Ancak Orhan abi girmiyor Sığacığa yola devam ediyor. Sanırım o an Orhan abiyi en iyi ben anladım. Denizde bir ben varmışım hissine kapılıyorum.

Çıkışta bakıyorum hava 30 'u geçmiş. Kuru direk 5 derece yatıyor Tayo Mar. Karşıda bir yarış teknesi antrenman yapıyor belli. Neredeyse salması gözükecek. O kadar yatmış. Bakıyorum yelken küçültüyor. O da.. Karşıdan bir tekne daha geliyor.. Sadece cenovası açık.. Off Allahım.. neden açmazlar şu ana yelkeni..

Yarış teknesi , yelkenleri küçültünce doğrulup, yol almaya başlıyor.  Karşımdaki de biraz önce benim yediğim tokadı Moda koyuna girişte yiyiverince , O da cenovayı küçültmeye balışıyor. Rüzgar üstüne dönüp, cenovasını küçültüyor. Sonrasında bakıyor olacak gibi değil tamamen kapatıyor.

Ben avantajlıyım. Ben de yelkenler küçük. Bunlar yelken küçültürken ben trinketi tamamen basıveriyorum. Şu havuzluktan trinketi açma kapama işi çok iyi oldu valla. Aklımı seveyim.  Modern yelkenliler yelken küçültürken /kapatırken yelken basıyor olmak hoş bir duygu. Ee.. her havada basacak bir yelken var bizde..

Moda koyundan çıkınca , hav kalıyor biraz. Çan ara ara çalıyor ama hala.. Gevşeme diyor.. Hava hala sert .. Tayo Mar, sadece trinket ile 2,5 3knot hız ile Küçükyalı'ya doğru yol alıyor.
Aslında şimdi bocurum zamanı. Onun da düzeneğini yeni kurdum malum. Hemen açıveririm aslında.. Üstelik sivriden dönerken denedim , gayet başarılı. Ama bir güne bu kadar adrenalin yeter. Aslında açacaktım da telefondan Hakan'ın sesi geliyor .

"Ersin , ben arabaya giderken üşüdüm ,ne işin var denizde.. ? "

Görse, hepten üşüyecek. Üzerimde  yağmurluk, altımda mayo, ayaklar çıplak.
Vazgeçiyorum.. Yoruldum.. Bir kahve daha.. Kamaraya iniyorum, ohh kamara sıcak geliyor bir anda.. Üşümüş müyüm ne.. ?

Sallana sallana devam ediyorum yola. Karşımda iki sörfçü bu havada sörf yapıyorlar. Tek manyak ben değilim demek ki. Bir ara birisi düşüyor. Baya bir suda kalıyor. Telaşlanıyorum. Sonra bakıyorum , borda tırmanıyor. Bordun üzerinde bir süre yatıyor. Soluklanıyor anlaşılan. Bilirim bu durumu. O tahta yataktan yumuşak gelir adama. Bir hey gidi günler de sörfçüye.. Sonra alıp yelkenini çıkıyor menzilden.

acaba diyorum, emekli sörfçü olduğumdan mıdır nedir. Yalnız seyir korkutmuyor beni.. Ya da başkalarına göre daha az korkutuyor.

Küçük Yalı önlerinde rüzgar yine sertledi. Çan yine çalıyor. ancak deminki gibi şiddetli değil.. Küçük Yalı ya doğru 10 derece dönüyorum. Tam barınağın girişine. Tayo Mar biraz daha hızlanıyor. Hızlanıyor derken yarım milcik daha. Olsun.. yarım mil yarım mildir. Hoşuma gidiyor.
Barınağa giriyorum. Mahir Abi hala yok.. Ohh rahat rahat baştan kara yapıp, bağlanıyorum. Tümay çok iyi yere tonoz atmış.. Tonozu voltalıyorum.

Havuzluk savaş alnı gibi olmuş bu arda.. Her yer her yerde.. Şu denizcilik terimleri de komik aslında.. “ Havuzluğu neta et..” dedin mi tek kelime ile yapılacak kaç iş var. Balançinayı kas, pupa çarmıhlarını ger.. fazlasını voltala, ana yelken ıskotasını roda et. Serenin makarasını çöz. Daha neler neler.. Öööff .. kim uğraşacak şimdi.. Seriliyorum havuzluğa.

Yemek sonrası annem yorgun olduğunda sofrayı kaldırıp, bulaşıkları yıkamak çok zor gelirdi kadıncağıza.. “ yoknaazz gel şu sofrayı kaldır bulaşıkları yıka “ diye seslenirdi öyle..
Zihnimden “ Yoknaaaz , gel şu havuzluğu neta et “ diye bağırıyorum. Yoknaz yıllardır olduğu gibi yok işte yine. Annem de ..


Güneş yine bulutların arkasında. Kış geldi. Tayo Mar, sezonu açılmıştır efendim.  Buradayız bekleriz.. 

Böke.

13 Aralık 2016 Salı

BİSİKLET

2015 yılında başka bir forum da paylaştığım küçük bir çocukluk anısı.

Tabii ki o zamanlar, semtlerin dostlukları, komşulukları, kültürel özellikleri daha bir öndeydi. Bir çok kişinin konuşmasından hareket ve tavırlarından nereli yada hangi semt sakini olduğunu anlamak daha kolaydı.

Hiç kimsenin, özellikle de çocukların kimseyi başkalaştırmadıkları zamanlar.

Bulunduğumuz semt o kadar fazla, çok kültürlü idi ki günlük hayatta konuşulan diller birbirine o kadar çok geçmişti ki yakın çevrede kimse yabancılık çekemezdi diğer insanların yanında. Tüm insanların günün her saatinde birbirine güler yüzle baktığı, selamlaştığı, saygı duyduğu o güzel zamanlar asla unutmayacak ama bir o kadar da anılarda kalacak.

Benim için o zamanlar, gittiğim her yer ve toplulukta onların içlerinde olmak, her şeyi paylaşmak çok özeldi.

Düşünsenize, her gün içinde olduğunuz toplumu. Camiden çıkanların yanından koşarak kilisenin bahçesine girer, Papaz Mihalin amcadan izinle erik toplar, koşarak aşağıda ki sinogog da mola verir Haham Salomon'un kupayla verdiği su'dan içer, Fenere gelince rum mahallesin de kızları görür birden yavaşlardık.  

Ayvansaray da kayıkhanelerin son zamanları, kaldırılmaya başlanmıştı yavaş yavaş. Deniz ve tekneleri ilk oralarda tanımaya başladım. Denizcilerle de ilk o zaman tanıştım. Kendilerine has konuşmaları vardı. Yardımlaşmaları, iyilikleri unutulacak gibi değildi, bir o kadar da kavgaları, akşam olduğunda kurulan rakı sofraları, anlatılan hikayeler, hepsinin ayrı ayrı hayat deneyimleri. Bana hep kitaplardan fırlamışcasına yaşanılan zaman ve mekanlar olarak gelirdi. Haliyle hem bu denizciler hemde semtin tüm insanlarına öğrettiği, bir dövme gibi herkesin "ait olduğu yer" i gösteren "argo" ile orada tanıştım. Pek severim doğrusu argoyu. Doğru kullanıldığın da apayrı bir kültürdür anlayanlar için. Çok hüzünlü hikayeleri, en metanetli, en olgunlukla karşılayıp anlatabilmektir. Aslında "eyvallah" demenin kendine has şeklidir.


Neyse, işte o "denizcilik argo"su ile anlatmaya çalıştığım çocukluk anım. 

İyi okumalar.



80'li yılların ilk yarısı, 12-13 yaşlarındayım. Her çocuk gibi bende bisiklet delisiyim. Öyle böyle değil, vita'lı peynirli ekmeği bile sele üstünde kaktırıyorum.
Bisikletimi uçurduğum gibi saatlerce afi kesiyorum. Sürekli voltadayım, sahille ev arası .Her seferinde de evdekilerden alabandayı yiyorum, Ya paçalar yağ içinde kalmış ya düşmüşüm façam kaymış..
Babam sesini hiç yükseltmez,su kaçırmazdı ama öyle atıp kör ederdi ki ulen çıngar çıkarsada laf etmese derdim.
İmam verir talkımı kendi götürür salkımı hesabı öğüt verirdi. Verirdi de o yaşlarda kim dinler ki. Kafa kafa değil payton feneri. Bir kulağımdan giriyor diğerine ulaşmıyor bile.

Yine birgün payandaları çözdüğüm gibi, caddeyi tuttum.
Karagümrük'teyiz. Kariye meydanından sallandınmı aşağıya çağanoz gibi, Ayvansaray, Balat'a indin mi sahilden kır dümeni istediğin yere. En sevdiğim Galata köprüsüne gidip balık tutmak, hamsi bira takılanları seyredip, kokusundan faydalanmak.
Sarayburnun da fener de denize girmek.
Yine öyle yapıyorum.
Geç olmadan eve dönmem lazım, başlıyorum hızla alarga etmeye. Zeyrek'den çıkacağım kestirme olsun diye. Mantara bağlamamak için ivediyim..
Tokadi türbesinin önünden geçiyorum ama bir Fatiha yı çok görerek. Ve 10 metre gitmiyorum ki, girdiğim bir çukurda bisikletim tam ortadaki ek yerinden kırılıyor..
Anam da o kadar demişti, "dua et hayrına, işler gider kolayına" diye..
Bir seksen yerdeyim. Bozum olmuşum ki sorma gitsin. Olanla ölene çare yok, bisikletin haşatı çıkmış, kolumda ve dizim de hatıralıklar.
Sırtlanıyorum bisikleti delikanlı bedenime ve biniyorum tabanvay'a, kasıyor, aşağı vuruyorum,sahile iniyorum gene düz ayak gideyim diye...Ama benim payton feneri kafam işte.
Çakırağa'yı katmıyorum hesaba.
Eve az kaldı, yukarı çıkıyorum o meşhuurr Chora kilisesinin önündeki yokuştan. Yağhaneden meydana çıkacağım. Bilmeyenler için söyleyeyim İstanbul'un en dik yokuşu derler kendisi için, ne kadar doğru bilmem...
Güneşten nar gibi olmuşum, kuyruğu titretmek üzereyim, kan yüzüme hücum etmiş, ağız ve burundan nefes almadığım kesin....
Tam yokuşun ortasında bir araba bodoslamadan geliyor ve duruyor. 52 model Fındık motor marşpiyellerinde kama çakılı Chevy. Ceketi omuzun da herzaman ki gibi, yarı kanlı gözleriyle,
Babam.
Hep çok iplediğim, bir o kadar da üçbuçuk attığım, çok sevdiğim babam...
Bıyık altından gülümsüyor o zaman çakallıyorum amaaa,
" Afferim oğlum afferim.. Hep seni o taşıyacak değil ya, biraz da sen onu taşı.." diyor ve köklüyor gazı...
İşte o gün.. işte o gün ilk defa rahmetliye rahmet okumanın ne olduğunu öğreniyorum.
Ve mahalleye gelip de imanım ahretliklere anlatırken sahneyi, işte o hepimizin bildiği sözleri ilk defa o gün söylüyorum bende..

"Baban'a bile güvenmiycen ooolum, aldınmı yarı yolda bırakmıycek saalam pisiklet alcen"...

Hiçbir zaman yarı yolda kalmamanız dileği ile.

Sevgi, Saygı ve Selametle..

12 Aralık 2016 Pazartesi

Çınarcık-Küçükyalı Seyri 9 Aralık 2016



Sabah geç kalktım. Uzun süredir görmediğim abim ziyarete geldiğinden bir önceki akşam yaptığımız koyu sohbetin sonucu bu oldu.

Sağlam bir kahvaltıdan ve abimi yolcu ettikten sonra hazırlamış olduğum standart uzun seyir listesinden gerekli kontrolleri yaparak eşyaları apartman boşluğuna indirdim. Sonrasında dışarı çıkıp havayı gözlemledim.

Lodos beklendiğinden sahil şeridi dümdüzdü. Yine de arada kaynağı belli olmayan bazı dalgalar kıyıya vuruyordu.  Ufuk çizgisine bakıp görmeyi umduğum lodos dalgalarını ise boşuna aradım. Başım biraz öne düşmüş, yelkenli seyir yapamayacağım.

Dönüp apartman boşluğundaki botumu çıkardım. Kaldırıma bırakıp ters çevirdim. Üzerine taktığım tekerleklerin yardımıyla botu birkaç apartman uzaklıktaki sahil şeridi kaldırımına kadar rahatlıkla çekerek taşıdım

Kaldırımla taşlık zemin arası bir adam boyu olduğundan botumu yavaş yavaş iterek önce boşluğa çıkardım sonrasında kıç tarafı taşlara dokunacak şekilde aşağı sarkıtıp baş tarafını kaldırımın duvarına dayadım. Sıra tahta merdivene kullanıp aşağıya inmeye demiri denizde uygun bir noktaya bırakmaya ve ipini sahilde merdivene bağlamaya geldi, yaptım Bir önceki sefer yoldan geçen biri sağ olsun yardım ettiği için botu denize indirmek görece kolay olmuştu.  Şimdiyse iş başa düştü. Yer yer midyeli kayaların olduğu suya nasıl indirmeliyim? Denize girip riskli taşları teker teker belirledim. Botu  denize daha güvenli indirmek adına yine ters yüz edip çekmeye başladım. Bir yandan botu 200 metre ilerideki kumsala götürüp denize indirmediğim için kendime kızıyor, diğer yandan yavaş yavaş çekmeyi sürdürüyordum. Zaman zaman beliren dalgalarsa hiç yardımcı olmuyordu. Sonunda botu kritik alanın dışına çekip takla attırarak düzelttim.  Baş taraftaki mapaya demirin ipini bağlayıp güvene aldım. Merdivene doğru giden ipin olduğu kısmını da kıç omuzluğundaki tutamağa bağlayıp fazla gezmesini önledim .

Motor... Kabus... Aşağıya nasıl indireceğim ? Kaldırımdaki motoru aşağı  çekip alabilir miyim, ı ıhh, Kaldırımdan aşağı iple sarkıtıp indirebilir miyim, ı ıhh. Makara sistemi yapsam yolu kapatmam gerekecek. O da olmaz. Bastım küfürü : Ebleh! Doğrusu belki de botu kumsala kürek çekerek götürüp yeniden karaya çıkarak motorun olduğu yere getirmek , motoru üstüne yükleyip yine kumsala taşıdıktan sonra demir attığım yere geri gelmekti. Artık mantık falan kalmamıştı ya bir kaza olacak ya da iş yapılacaktı

Merdivene indim, motoru kendime çektim, dengemi ayarlayıp boşlukta tek elimle kavradım.

Basamakları inerken bir yandan dengemi korumaya çalışıyor, diğer yandan da merdivenin çökmemesi için ilgili yere baş vuruyordum. Merdivenler neyse ki bitti. Motorun kuyruğunu taşın üstüne koyup bir nefes aldım Artık haltları teker teker ettiğimden düşünmeyi bırakıp motoru omuzuma aldım bota taşıyıp taktım. YAŞASIN, TAKTIM.

Kullanım kılavuzlarını okumayı pek ihmal etmem. Motorun kılavuzunda da yapılmaması gerekenler listesinde bu yaptıklarım vardı ama başarmıştım he he. İleride olmadık bir yerde bunları yine yapmam gerektiğinde yapabileceğimi her gördüğümde biraz kibirli olurum. Sonrasındaysa felaketlerin arka arkaya gelen birtakım küçük aksaklıkların toplamından oluştuğunu hatırlamaya çalışır, kendime çeki düzen veririm En azından uykumu gıdamı tam aldım.  Botu  kalan eşyalarla doldurduktan sonra son bir kıçlık yere oturup motoru çalıştırdım ve güç verip seyre koyuldum.

İzmit Körfezi hattının sonuna kadar su yatıktı. Gözlemlediğim kayda değer şeylerden biri hat boyunca belirli bir bölgede hızlı bir şekilde gidip gelen bir gemiydi.Sanırım bir çeşit araştırma gemisiydi. O bölgeyi geminin dev dalgalarına dikkat ederek geçtim. Hattın sonuna doğru rüzgar ve iskele bordasına vuran dalgalar başladı. Belki de zaten oradaydı ama benim kat ettiğim yerler rüzgar almadığından dalga da yoktu. Dalgalar epey eğlenceliydi.Ta ki botun içine serpinti yapıncaya kadar... Su boşaltma vanasını açtım. Molaya kadar da öyle kaldı.

Büyük Ada'nın arkasındaki Balıkçı Adası'na gelinceye kadar zaman zaman denemediğim büyüklükte dalgalar geldiğinde ise kısa süreli sörf yapıp pruvayı yine adaya doğru düzelttim Sorunsuz,  çevrem neta şekilde Balıkçı Adası'na varınca kısa süreli bir mola verip kontroller yaptım.

Sonrasında yola devam edip Büyükada -Heybeliada arasındaki kanala girince sıkışan sularla dalgalar iyice büyüdü ve benim kız kavalyeye uygun şekilde dans etmeye başladı. Videolarda sörfçülerin üzerine bindikleri dalgalara benzeyen bu dalgalar üzerinde ben de kendimi kaptırmışım. İki kere uzun sayılabilecek bir  süre sörf yaptım. Neyse ki kendimi çabuk toparladım. Seyir sonrası yaptığım incelemede ortalama üç buçuk deniz mili olan hızımın sörf yaparken 6.4 deniz miline kadar yükselebildiğini gördüm.

Hep botla dalga eğitimi için böyle bir yer arayıp dururdum. Önce fırtınalı bir günde sahilden inceleme yapmayı ve sonrasında botu alabora etmek pahasına da olsa bir lodos fırtınasında eğitime gelmeyi düşünürken kanalı bitirmiş adaların ana karaya doğru olan tarafına geçmişim.

Seyir sona erdiğinde akşam alaca karanlığı çökmüştü.