1 Aralık 2016 Perşembe

MASAL'IN HAVUZLUĞUNDAN ; DOĞU'NUN KRALİÇESİ

          


(Notları Karpaz- Kumkuyu seyrinde alınan bu yazı, daha önce gezginkorsan.org. sitesinde yayınlanmıştır)
 
     
          35 derece 57 dakika 51 saniye Kuzey, 34 derece 18 dakika 29 saniye doğuda, Kuzey’e doğru seyirdeyim. Mürettebat, içeride uyumaktan bitap düşmüşken, her zamanki gibi ben, sabahın 2'sinden bu yana ayaktayım. Kıbrıs'tan taşıdığımız sinekler bir yandan bacaklarımı ısırırken biramı yudumluyorum. Sabahın sekizi ve ikinci biramı içiyorum. Biradan nefret ederim. Ama deniz tutmasına iyi geliyor. Yıl boyu evime 4 şişe girmez. Denizde her iki-üç saatte bir  23'lük biralardan bir tane  içiyorum.
        
           Tek başıma olunca, pruva da neta ise, notlar almak hoşuma gidiyor. Pruva Neta. Şiirlerden yapılmış şarkılar dinliyorum;Beyrut:
      
         bu yol bir şehre giderdi

         güneşin tutuştuğu
         denize batmış güle


        Yaşlı biri olmamama karşın insanlardan yorulduğumu duyumsuyorum. Sanırım denizler, bu nedenle iyi geliyor bana. İnsanlardan, yani kirden pastan uzağım. Aynı nedenle teknede herkes her işi bana bırakıp gidip uyusa, daha iyi hissediyorum kendimi. Aşağıda uyuyan insanlar, eşine az rastlanır cinsten iyi insanlar olmalarına karşın, onların da bu dünya ilişkileri içinde olmaları, diğer herkesi aklıma getiriyor. Öfkeleniyorum. Sanki ben bütün bu şeylerden ariymişim gibi düşünüyorum bunu. Elbet, kendime attığım bir yalan bu!

       Masal geldiğinden bu yana, gündelik hayatımda daha acımasız olduğumun farkına varıyorum. Bu merhametsizlik, insanların ceza alması, acı çekmesini istemek yönünde değil. Daha çok, önceden hoş görebildiğim, daha tekamül etmiş biri gibi davranabildiğim şeylere, artık tahammül edememe gibi kendisini gösteriyor.Dünya'da iyi insanların sayısının hâlâ kötü insanlardan daha çok olduğunu biliyorum. Tüm vahşetine, kabalığına, kamburluğuna karşın dünya sahiden güzel. 
     
       Pustan,nemden, sisten, kara görünmüyor. Bu kadar kaba saba bir denizin ortasında burnuma gelen iyot kokusu, tene yapışan tuz yine de yaşama sevinci veriyor. Bu bile uzun yaşamayı istemek için yeterli bir neden.
       
       Uzun yaşasanız da öleceksiniz. 

        İntisal.  Bir güzel kadın. Masmavi gözleri, boyu posu, kumral saçları, zarafeti ile büyülemiş herkesi, nam salmış. Her bir kimse kapısına gelip istemişler, çok canlar yakmış haberi olmadan. Ne kavgalar, ne yarışlar edilmiş onun için. Sıraya girmiş eşraftan pek seçkin oğullar. Kavgalar çıkmış, yarışlar edilmiş, küfürler havada uçuşmuş, önce kim giderse sanki kabul edilecek, sanki İntisal onun koynuna girecek, koluna takan arzı endam ederek yürüyecek.  Haberi yok İntisal'in. 

            Ama işte, yaşadığı kentin ortasından geçen nehir gibi ömrü. Güzel kadının kaderi güzel olacak değil ya illa. Beyrut’un oralardan bir yerlerden doğan ve hemen belki 50-60 kilometre ötesindeki denize kavuşacağı sıra Musa peygamberin asasını Kızıldeniz’e vurmasıyla , Kuzeye doğru upuzun yol tepmeye,  tersine akmaya başlayan Asi gibi, kolayına değil, hep zoruna olmuş İntisal’in yaşamı. Belki de Musa peygamber asayı vurduğunda, Beyrut’la bir zamanlar Doğunun Kraliçesi namını taşıyan Antakya’nın aynı sulardan beslenmesini istemiştir de o nedenle terse akmıştır Asi. Belki de bize, güzel günlerin pek de kolay erişilebilecek bir şey olmadığını anımsatmak için böyle tersine tersine akıyordur. Belki de daha çok emek vermemiz gerektiğini, deryalara ulaşmak için ne kahırlar gerektiğini anlatmak için tersine akıyordur. Belki de asiliğin pek de kötü bir şey olmadığını, her şeyin ellerimizde olduğunu anımsatmak için. Bilemiyorum. Belki de Doğunun Kraliçesi İntisal’dir de, Asi daha altı koca bin yıl evvel  onun burada doğacağını bilmiş, ona kavuşmak, toprağını sulamak, bereket vermek için artık bu yöne akacağım demiştir.
        Nihayeten, Doğu Akdeniz ya burası, sizler için çok çok eskide, belki  Panait Istrati romanlarında kalmış olabilir… Ama devam eder bu öyküler burada, işte ta Mısır'dan, Kahire'den gelen pek boylu poslu biriyle evlenmiş İntisal. 
Boyuna posuna ve servetine karşın pek şapşal, pek cimri bu adam bankalarla esnafla hep kavga eder,  akşamı da gelir İntisal'e anlatırmış hırını gürünü pek safça. Sabahında İntisal, cevizden, aslan pençeli, aslan kafalı, yanlarında,  içinde Polonya işi porselen biblolar, kahve fincanları bir sanat müzesindeymiş gibi intizamla sergilenen camekanları olan koltuğunda, yanına likör de koyduğu kahvesini içtikten sonra, derin bir of çekerek doğrulur, sorun her kimse ile o iş yerine gider, sakin vakur özür diler, bir daha olmayacağını söylermiş. Eşraf, daha önce uğruna kavga ettiği, belki de adam yaraladığı kadının hatırına "tamam, ama İntisal hanım vallahi bir daha olmasın, bak sizin hatırınıza" der işi büyütmezmiş.
Sorunun kendi çabasıyla çözüldüğünü sanan koca, akşamına şu esnafla aradaki sorunun çözüldüğünü İntisal'e böbürlene böbürlene anlatırmış. İntisal, pek sakin, kendisinin de artık işi büyütmemesi gerektiğini tembihlermiş.

        Yıllar yılları kovalamış. Bu kadar güzel, zarif İntisal, bu güzelliği ile su gibi pırıl pırıl bir ömür geçirecekken, kaderi yaşadığı kentin ırmağı gibi, tersine tersine akıp gitmiş. Her geçen gün bir zulme dönmüş. Pek Türkçe bilmez İntisal, Şam’dan Beyrut’tan getirttiği Arap alfabeli moda dergilerini takip eder, zamanın adabı muaşereti her ne ise onları öğrenmeye çalışır, bir de gündelik hayatına uydururmuş bunları uydurmasına ya, koca bi habermiş bunlardan. Kocasının suratsızlığına karşın, o asil yüzünde biriyle karşılaştığı zaman gülümsemesini gösterir, kafasını hafifçe yana çevirir, ağzını çok açmaz uzamayan gülümsemesi sönmez, karşısındakine gülümsemeyle karışık buyruklarını sıralarmış. Bakışlarıyla verdiği buyruklara uymayan olmaz… Bir tek kocası… değil buyruk, rica minnet ne derseniz işte, nihayeten paradan başka hiç bir şeyden anlamayan kocası.  O işinde gücünde cimriliği ve cehaleti bir yana işe yarar tek yanı söz senettir diskuru ile  Belediye çarşısındaki toptancı dükkanında iş yürütmeye devam edermiş. İntisal’in çocuk verememesi de eklenince işin içine, daha da beter olmuş yaşam. Her geçen gün bir zulüm. Nefes alsa ne almasa ne. Hiç umut yok. Bu ömür böyle geçecek. İntisal teslim olacak. Yaşamına teslim olacak. Hiçbir şey anlatmayacak. Hep mutlu görünecek. Çünkü öyle yazıyor Arapça dergilerde. Gülümseyin. Ama hep gülümseyin. İçinizdeki size kalsın, gülümseyin, karşınızdakini üzmeyin… 

         Neden? Neden üzmeyeceğim?  Hep alttan mı alacağım? Bu dergiler neden böyle şeyler yazarlar? Enfarktıma mı yükleneceğim? Üzmeye çalışsam da olmuyor… İşte o nedenle bu denizin ortası iyi. İşte o nedenle uzun, ıssız seyirler iyi. Saat sabahın 8’i… mesai saati…  İşte bu nedenle tam bu saatlerde denizin orta yerinde karayı görmemek iyi. Teknedeki herkesin uyuması iyi. Kendi günahlarımdan arınmak böylece, böylece kendimi kandırmak iyi…. 

                İşte tam bu saatlerde, mideme iyi geliyor diye ikinci birayı içtiğim saatlerde İntisal ölmüş. İşte tam şurada. Pruvayı 35-40 derece sancağa çevirsem,  sarıp sarmalandığı yere yöneleceğim. Ama geciktim çoktan. Sardılar bedenini ve sarıp sarmalarken kardeşleri son bir kez ağlamalarına izin verilmedi. Çünkü damlarsa tek gözyaşı, o artık feri geçmiş de olsa mavi gözlere, kumral saçlara ya da süt gibi tene, bozulur bütün büyü. İntisal, İntisal olamaz. Yaşlı, yüzünde Zülfikar dövmeli, başına koyu yeşil kumaşlarla sarılmış başlıkla şaman büyücülere benzeyen kadın tuttu Neval’i, çekti kenara. “Ağlama burada” “Uzakta, uzakta ağla!”.  Neval, yaşlı, onun da mavi gözleri, ama yaş gelmez, kurumuş pınarları daha kaç yıl önce, zar zor görüyor ablasının bedenini. Bilge yaşlı kadın seslendi gasilhanedeki kadınlara “Ağlayacak olan uzakta ağlasın, değmesin tek damla. Gülmesi gelen kıyafetini yırtsın…  yazık, bakın ne güzel yıkadık, misler gibi İntisal, sıcak sularla defne sabunları ile  yuğduk, bahurla tütsüledik, reyhanla ovuşturduk bedenini, etleri dövdü erkekler, buğdaya karıştırdılar, hepsi dana eti, en temiz yerinden, öldüğü an başladı kazanlar kaynamaya, tek bir kadın eli değmedi ete, kepçeye, kazana,  erkekler yaptı, Fatma Anamızı andılar, Fatma’nın evinin yerini ,tavanını, duvarlarını  çağırdılar, şıhları pirleri andılar… Bozmayın bu yeni yolculuğu, daha en başından, uzun, upuzun yolu var. Devrine dua edin, daim olsun deyin, başka şey düşünmeyin, bir de güzelliğine bakın, bakın belleyin, bu yaşında yatıyor, sanki gencecik, sanki ölü değil soluklanıyor sanki, belli ki insan olacak yine, kıskanmayın sakın, açık yol dileyin!” . Tuttu Suham’ı bu kez, ağlayamayan Suham’ı…  gasilhanenin kapısına kadar getirdi. İntisal’den on adım uzağa. Çıkardı sarığına iliştirilmiş bir iğneyi ve hiç umursamadan batırdı etine Suham’ın. Birden boşalmaya başladı gözyaşları Suham’ın…  iniltiyle ağıtlar yakmaya başladı olduğu yerde, ayakta. 

               Bunları kaçıran bir tek ben değilim.  İşte, doğuramadığından bir türlü İntisal, sahiplendiği, rahminden başka her şeyini verdiği oğlu ta Bizans’tan, bir tane bile düşünür yetiştiremediği halde herşeyin kendisinde olduğunu sanan kaç bin yıllık şehirlerin şehrinden, olabilecek en geç uçakla gelip, en erken uçakla dönecek. Anlamsız bulacak bu merasimleri. Mezarın üzerine reyhanların serilmesini, kadınların “ruhum ruhum” diye seslenmelerini, erkeklerin “ölüm Allah’ın emri” demelerini anlamsız bulacak. Öldü işte, ne var bunda diyecek.  

              Boşa öfkelenmiyorum insanlara. Boşa kötüler bunlar demiyorum. Bir bildiğim var.

       Denizin ortasındayım. Biram bitti. Kahve saati. Herkes uyuyor. Tüp de bitmiş. Kahve yapamıyorum. Bir bira daha içsem? Nasılsa bağladım kendimi  ve Masal nasılsa hiç utandırmadı beni ve deniz ayna ve Doğu Akdeniz bütün çirkinliğini efsaneleriyle, masallarıyla, destanlarıyla, kentin pis sokaklarına bulaşmamış aşkları ve ölümleriyle hâlâ yaşatıyor. Mavisinin pek kötü olduğu bu denizler yine de bana yaşama ilişkin bir yol açıyor.

             Evet, bir bira daha içmeliyim. Kötülükleri değil, yaşamı yaşanmaya değer kılan şeyleri daha çok görebilmek için, daha da az uyumalı, beynimi de uyuşturmalıyım.


30 Kasım 2016 Çarşamba

TEKNELERDE YAKIT TÜKETİMİ VE HESABI

Bir kısmımız yelkenci, bir kısmımız motor yatçı, bir kısmımız gezi motoru sahibi. En özgür olanlarımız ise rüzgardan ve kaslarından başkasına tamah etmeyen dostlar.  Hepimizin ortak paydası deniz ve deniz aşkı. Böyle olmasına rağmen, sanırım karasal alışkanlıklarımızı tam olarak bırakamadığımız için hangi cins olursa olsun kullanmış olduğumuz "tekne"lerimizde ilk fırsatta yakıt hesabı yapmaya başlıyoruz.

Elbette, bir çok faktör devreye giriyor, rüzgar, akıntı, motorun durumu, bakımı, saati vs...değişken çoktur.
Ama yine de şöyle kabaca, ortalama bir yakıt hesabı yapabilmek, genel geçer kabullerle sarfiyat hakkında bilgi sahibi olmayı isteriz.
İşte bu konuda bizlere yardımcı olabilecek, genelde kabul edilen bir kaç hesaplama şeklini paylaşmak, kısacıkta olsa bir değinmek istedim.

YAKIT HESABI 

Deniz motorları azami güçlerinin % 70-80’inde çalıştırılmak üzere tasarlanmıştır.

Normal şartlarda deponun dolu olması bir çok sebepten dolayı iyidir ama sınırlı yakıt alımlarında yapılması gereken akılcı hesap şu şekildedir.
Yakıt hesabı = 1/3 gidiş  + 1/3 dönüş +  1/3 yedek

¾ devirde çalışan dizel motorlar beygir gücü başına saatte 170 gr mazot harcar, tam yolda 250 gr harcar.
HP x 0.75 x 0.170 = 1 saatte harcanan mazot ( lt )

Deniz tipi dizel motor her 18 HP için 3.8 lt/saat yakıt tüketir (0.21 lt/saat HP başına)

Benzinlide yakıt tüketimi (lt/saat) = 0.508 x kw (pervane)  /   (gl/saat) = 0.10 x hp
Dizelde yakıt tüketimi (lt/saat) = 0.274 x kw (pervane)       /    (gl/saat) = 0.054 x hp


Benzinlilerin maksimum devirlerinin % 70'inde, dizellerin maksimum devirlerinin % 80'inde seyrettikleri kabul edilir.

Eğer motor güç eğriniz yoksa, ki genelde yoktur, % 80 maksimum devirde motor nominal gücünün yaklaşık % 52'si ve % 70 maksimum devirde motor nominal gücünün % 40'ının kullanıldığı hesaplamada genel kabul edilir. % 10 yedek eklenir.

Dizel motorların yakıt tüketimi = 0.21 lt/HP/saat                      
Benzinli motorların yakıt tüketimi = 0.34 lt/HP/saat
İki zamanlı dıştan takma motor yakıt tüketimi = 0.4 lt/HP/saat

1 lt benzin = 728 gr
1 lt dizel yakıt = 840 gr
1000 lt yakıt = 840 kg
      
Yakıt tüketimi motor devrinin küpü ile orantılı olduğundan, motor devri ½ azaltılınca (1/2’ye inince) yakıt kullanımı 7/8 azalır (1/8’e iner).

3.78 litre = 1 galon

20 HP 1 saatte 1 galon dizel yakıt kullanır. 40 HP 1 saatte 2 galon dizel yakıt kullanır.

Basit bir örnekle bitirelim :
*40 HP / 3800 rpm = 2 galon/saat
*40 HP / 3000 rpm ( % 80 ); 3800'den 3000'e inmek hızı 7 knottan 6 knota indirir.
  0.8x0.8x0.8 = % 51.2
  0.512 x 40 = 20.4 HP
  yakıt tüketimi = 1 galon / saat
*40 HP / 2500 rpm ( % 65 )
  0.65x0.65x0.65 = % 27
  0.27 x 40 = 10 HP
  yakıt tüketimi = 0.5 galon / saat


Sevgi Saygı ve Selametle

29 Kasım 2016 Salı

Mujde...

Arkadaslar,
Kanun ile ilgili tasari yayinlandi buna gore;

1- Turk bayrakli teknelerde yillik baglama kutugu vizesi kalkti harc yok.
2- Yabanci bayrakli tekneler baglama kutugu harci oderse Turk Bayrak tasiyacak.










AKDENİZ’DE PUPA YELKEN

 Ne zaman canım sıkılsa, açıp tekrar tekrar okurum. Okuyanlarınız vardır elbet, yazarının bir "nick"ten ibaret olan "Akdeniz'de Pupa Yelken" yazısını. Sevenler ve daha önce denk gelip okuyamamış dostlar için.



AKDENİZ’DE PUPA YELKEN

Günlerdir ruhum sıkılıyor. Rüzgârın sesi, yosunların kokusu, dalgaların şarkısı burnumda tütmeye başladı. Karada sıkışıp kalmış hayatlar; yakamozların, sırtları gümüşlü balıkların, göz süzerek bakan mehtabın davetine icabet edemezler. Hep bir manileri, statü merakları, onları karada tutan nedenleri vardır. Deniz onları çağırdığında bir bahane uydurmayı tercih ederler. Bu günlerde özgürlük rüzgârları kulağıma uzak denizlerin türküsünü fısıldamaya başladı. Yelken basmayı, grandi direğine tırmanmayı becerebiliyorum henüz. Yıldızlara bakıp yönümü bulmayı, teknenin burnunu dalgalara verip, orsa alabanda tiremola atmayı unutmadım. Kemiklerim biraz yaşlandıysa da ruhum tüm yolculuklara hazır.

Hadi bakalım kimler geliyor benimle. Bana miço lazım, bir de aşçı. Yükleyin hayallerinizi, arzularınızı tekneye. Yolculuk var…Akdenize yelken açıyoruz. En hevesliniz baş kasarada ırgatı çalıştırsın, zincir kendine mahsus şarkısını söylerken, tekne kendini iskeleden kurtarsın. Ne o…içiniz sevinç mi doldu, kabına sığamayanlarınız mı var? Tırmansın pruva direğine, bir ıskalaryadan ötekine sıçrasın. Aşçımız bize biber soslu rigatoni pişirmeye başlasın ya da Suriye’li bir koca karıdan gizli tarifini aldığı Kibre Mabrume’ yi ocağa oturtsun.

Yalnız bilin ki teknede ulu orta konuşulmaz, kesinlikle kavga edilmez, herkes vazifesini yapsın gerisi hikayedir. Benim işim de tam budur… tayfalara hikayeler anlatmak…denizden çıkan dev canavarlarla nasıl savaşılacağını göstermek, fırtına patladığında bir yudum grappa eşliğinde korkmamayı onun yerine teknenin dalgalarla sevişmesini dinlemeyi öğretmektir. Katılın bana ülkeden ülkeye, kentten kente gidelim. Şimdi canım kavga etmek değil, sıcak kanlı, kıvırcık saçlı bir napoli’li gençten napoliten bir şarkı dinlemek istiyor. Şarkısında denizden sevgilisinin dönmesini bekleyen bir kızı anlatsın; erkeğine fısıldayacağı güzel sözleri, birlikte içtikleri şarabın etkisiyle yapacaklarını anlatsın. Kız sarhoş, genç gemici sarhoş, teknemizdeki her kes ..hatta tüm Akdeniz sarhoş olsun.

İçimden bir his yeniden demir almanın zamanı geldi diyor.Yeni limanların, farklı serüvenlerın, duyulmadık tatların beni beklediğini fısıldıyor.. Eski bir Yunan atasözü şöyle der; ‘’Malia burnunu geçen yurdunu terk etmiş sayılır’’ Malia burnu Peloponessos’un güneyinde,batıya açılan sınırsız yollardan önceki son kerteriz noktasıdır. Anadolu’da, İtalya’da, İspanya’da tüm gemicilerin, Berberilerin,Arapların ve diğer milletlerin deniz seyyahlarının hepsinin kendi kerteriz noktaları vardır. Bu noktadan itibaren kendi yurtlarını terk ederler, Akdeniz’in maceralı sularına yelken açarlar.

Bizim de yolculuğumuz bugün böyle bir kerteriz noktasından, Efes antik kentinin açıklarından, Kadim Notion limanından ana yelkeni fora etmemizle başlıyor. Yelken basmamızla birlikte teknemiz apaz seyrine girecek ve bir kırlangıç gibi süzülmeye başlayacak. Açık denizde balıklarla birlikte yıldızlara karşı şarkı söylemek isteyenler gelsin. İş yapmayıp, sürekli konuşan nanemolla gemiciler istemem. Size fazla yük gerekmez…dalga cinlerine karşı muskanızı, tarihin derinliklerinden gelen kara koncoloslara karşı sihirli sözlerinizi ve elbette neşenizi yanınıza almayı unutmayın yeter. Akdeniz beni çağırıyor. Ben gidiyorum. Eyyam ola.

Biline ki ahşap teknemiz tarihin derinliklerinden kopup gelen bir gelenek zinciri içinde yapılmıştır. Güvertesindeki tik ağaçları, kamaraların işleniş biçimi yüzyıllardır aynı formu muhafaza etmektedir. Bugün Messina’da bir sokakta, küçük bir Yunan kentinin kenar mahallesinde, Sakız adasında, Marmaris Bozburun kıyılarında yahut Cerbe adasında yapılmakta olan teknelerin; zamanın, hayatı yudum yudum içtiği devirlerden kalan teknelerle ne kadar benzer olduğunu görseniz şaşırırsınız. Borda kaplamaları, postalar, baş, kıç,omurga ile ıskoçaya oturtulmuş direkler için bile zaman sanki onları değiştirmeyi unutmuş gibidir.Biraz keten tohumu yağının içine katılmış gazyağı emdirilmiş çıplak meşe ve çamlarda yüzlerce yıl öncesinde yapılmış havası vardır. Teknenin üstünde geçen yaşam da kendisini tarihten gelen üsluba uydurmaya çalışır. Yapılması gereken işler, tahtaların gıcırtısı, yelkenin pır pırlanması, kaptanın bağırması, tayfaların mavrası hiç bitmez. Tüm sesler dalgaların gürültüsüyle iç içe geçer…canlanır… bir Akdeniz şarkısına dönüşür.

Tekneyi hayallerle yüklediysek bırakın yelkenlerimizi yaşamın canlı soluğu şişirsin. Demir aldığımızda önümüzdeki masada yayılmış duran deniz haritaları bize değişik bir yolu, farklı bir macerayı gizlice işaret edecektir. Pusulamız hep aynı… kuzeye çakılı kalmış… değişmez oklarıyla çizeceğimiz yerlerin rotasını belirleyecek. Fakat sanılmasın ki yolumuz tehlikelerden uzak, güllük gülistanlık olacaktır. Akdeniz’in yüzyıllardan beri bilinen, alışılmış deniz yolları bile ürkütücü sürprizlerle, ani tehlikelerle doludur. Akdeniz’in bir çok limanında gemici yolu gözleyen analar, babalar, çocuklar, sevgililer fırtına ve kasırgaların yüreğini yumuşatıcı sihirli sözcükleri söyler, sağ salim sevdiklerine ulaşmaları için bin bir çeşit adak adarlar. Gemiciler yüklerini, en çok da beden ve ruhlarını günümüze dek gelmiş dinsel törenlerde Allah’a, Meryem Anaya ya da zamanı belirsiz tarihlerden kalmış ayinlerde Deniz Yıldızı’na , Maris STELLA’ya emanet ederler.Akdeniz’e güvenilmeyeceğini,onun kalleş bir yüzünün de olduğunu hiç unutmazlar. Edilen her dua ile, adanan her adakla kutsallıkla günlük yaşam iç içe geçer. Biri olmadan diğeri eksik kalır.

Şimdi bağcılar Cinque Terre yamaçlarından Cenova Riviyera’sına inmektedirler, Yaşlı köylüler Province’de, Ayvalık’da zeytin ağaçlarına bakıp kış başında depolarına girecek yağın hesabındadırlar. Venedik’in durgun sularında ya da Cebre kanallarında yoksul balıkçılar ağlarını çekmektedirler. Albenisi olan genç bir Fransız kadını Roma’da bir meydan kahvesinde capucino’sunu içmekte, saçları biryantinli bir İtalyan delikanlısı uzay çağı gözlüklerinin ardından kadını kesmektedir. Yani tam da yola koyulmanın, hayata katılmanın vaktidir. Tayfalar hazır ola…Tüm Akdeniz’de bilinir ki tan ağarması her zaman yol vaktidir.

Liman kalabalık. Uğurlamaya gelenler arasında yüzler uzaktan tam seçilemese de tanıdık simalar var. Rüzgâr batı yönünden belli belirsiz … yelkenleri bile doldurmaktan aciz görünüyor. Ama hayal gücünüze güvenin Civadradaki rüzgârbiçer işimizi görür. Hadi bakalım deniz kurtları flok iskotası ters kontrada…teknemiz yavaşça şamandırası üzerinde dönüyor. Rüzgârbiçer tekneye yol veriyor. İşte tam sırası. Tek bir hareketle mizana direği yelkenleri boşalıyor. Uğurlamaya gelenlerde bir hareketlilik…yelkenlerin açılmasıyla ağır ağır ilerliyerek alarga da duran teknelerin arasından sıyrılıyoruz. İşte biraz ötemizdeki bir teknede Arşipel’deki her dalgayı incelemiş, kıyılarındaki her taşı kaldırıp altına bakmış ve bulduklarını bir sözlüğün içine hapsetmeye kalkışan M.Gül ÖZGEÇ yorgun bir gülümseme ile bize içten bir ‘’uğurlar ola’’ çekiyor. Liman müdürü pencereden bize bakıyor. Belli etmese de içten içe uzak denizlerin, sonsuz maceranın özlemini çektiği gözlerindeki ifadeden anlaşılıyor. Ama… işte hayat gailesi… ne yapsın?

Haydi vre be denizciler…işte denizdeyiz…işte Arşipel’deyiz…Akdeniz bizi bekliyor…üzerleri binlerce çizgiyle kaplı deniz haritalarını yayın önünüze. Tayfanın en genci gözlerini kapatsın ve parmağını bir noktaya dokundursun. Kıyıdakiler de, teknedekiler de yolculuğun nereye olacağını merak etsin. Kimilerinin düşlerini İspanya’nın sıcak şaraplı geceleri süslesin, kimininkine kumsalda sirtaki yapan bir Rum dilberi girsin. Yolculuğumuz başladı..düş görmek serbest.

Sol yanımda Kadı kalesi, sağ yanımda Sisam adası. Durduğum yer tam denizin ortası .Sisam’ı ana karadan ayıran büyük deprem milyonlarca yıl önce değil de sanki dün olmuş gibi. Dün gece eski korsan yatağı Scalanova’nın az ilerisi Bizans tahkimatı Kadı kalesinde balıkçı Mustafa ile içtiğimiz rakı,yediğimiz kavun ve otlu peynir,biber dolması… Kokory limanında Kokoroz lokantasında Apostol ile içeceğimiz uzo, kekiğe bulanmış keçi peyniri, kalamar dolması …yıldızlar aynı,mehtap aynı,baktığımız yer aynı: karşı tarafın ışıkları. Mustafa’dan Apostol’a Oktay Rıfat selamı;

burası dalyan kahvesi
ortalık süt mavisi
Apostol bu ne biçim meyhane
Tabağımda bir bulut
Kadehimde gökyüzü.
Apostal’da cevap hazır
Karşı kıyıya bağırır
Bela mısın vre Mustafaki.
Olmaz ki senden saki

Tekne rüzgârı pupadan alıyor. Sol yanımda Kalamaki, sağ yanımda Psili Amos sahili. bir yanda Zeyno el sallar, gözüm öte kıyıdaki Eleni’ye kayar. Elinde mandolini baş kasarada oturan tayfa ne durursun be… kasavet bastı..söyle bir şiir, mısralarını dalgalara yükle…rüzgâr alsın götürsün bilinmedik limanlarda, adı duyulmamış kıyılarda namımızı yürütsün. Kocakarılar yün eğirirken ‘’yola çıkmışlar…geliyorla rmış desin.‘’Köy kahvesinde kadidi çıkmış ihtiyarlar dedikodu kumpasını kursun. Korsanlar saldırmış. Telafat çokçaymış ,ama kaptanı da bilirsiniz… peh peh peh deyip araya tanışıklık koysun.. Şayialar kuşun kanadında Arşipel’i , Adriyatik’i, Bizim Deniz’i doğusundan batısına dolansın.Yola çıktık geliyoruz. Duyan duymayana aktarsın.

Ama durun hele. Yapmamız gereken bir iş var.Her yolculuğa çıkışta sağ olup selam edeceklerime, ölmüşlerin ruhlarının selametine gitsin diye bir kağıda hepsinin adını yazar bir şişeye koyarım. Sonra bırakırım şişeyi, denize…oyunbaz, işvebaz dalgaların keyfine. Benden selam olur gönül kardeşlerime. En başta tarihiyle, Herodot baba, destanlarıyla Homeros…daha yakınlardan Fernand Braudel, Cevat Şakir,e…

Teknenin yelkenleri rüzgarla dolmaya başlarken telsizden şansınız bol, yolunuz açık ola mesajı geliyor. Kim yolladı bilinmez ama şans lafı benim aklıma o an Sisam tiranı Polikrates’i düşürüyor.2500 yıl öncesinden kafasını uzatmış bana bir hayat dersi verir gibi. Çok ama çook şanslı bir adammış bu Polikrates.Her savaşı kazanmış,istediği her kadını almış,her hazineye benimdir demiş. Zamanın bilinen dünyasını Mısır kıralı Amasis’le pay etmiş. Dost olmuşlar. Başarılarını birbirine anlatan mektuplar uçurmuşlar. Bir mektubunda Mısır kıralı Amasis şöyle bir uyarıda bulunmuş. ‘’Bir dostun başarılarını öğrenmek tatlı bir şeydir. Ama senin bu büyük mutluluğun benim hoşuma gitmiyor. Zira tanrıları tanırım ve onların ne kadar kıskanç olduklarını bilirim. Sözlerime inanırsan hemen şunu yap. Senin için en yüksek değerde ve kaybetmekten en çok üzüleceğin şeyini seç. Ve onu çok uzaklara tanrılar için at. Bu sözleri okuyan Polikrates Amasis'e hak vermiş. O sırada gözü parmağındaki çok sevdiği mühür yüzüğe takılmış. Elli kürekli, kırmızı renkli gemilerinden birine binip adadan iyice uzaklaştığında altın çerçeveli zümrüt mühür yüzüğünü denize atmış.

Bu olayın üzerinden 4-5 gün geçmiş ki bir balıkçı çok güzel bir balık yakalamış. Onu satmaya kıyamayıp balığı Polikrates'e armağan etmiş.. balığın karnından zümrüt mühür yüzük çıktığında Polikrates bu kadar talihten dolayı ilk kez gerçekten ürkmüş.. Ve düşünmüş ki bu işte tanrıların parmağı vardır. Bir Papirüs Tomarına olanı biteni yazmış ve bir ulakla acele Mısıra yollamış. Amasis mektubu okuduğunda anlamış ki Polikrates'in sonu kötü olacaktır. Çünkü tanrılar bile kendilerine sunulan hediyeyi sahibine iade etmişlerdir.

Deniz üzerinde şanslı olmak iyidir amma velakin şans bir adama bu denli yakın olmamalı derim ben:. Olsa da uzun zamanlar boyu yakınlığını sürdürmemeli. İnsanoğlu bunu bilmeli şanslı olduğunda kazandığını pay etmeli, şanssız olduğunda ise şükretmeli. Hiç etmemeli şikayet,budur işte ol hikayet.


Vira bismillâh

Vira bismillâh deyip çıktık yola, selam gönderdik sağa sola. İki bin beşyüz yıl öncesinden selamımızı alan Pisagor uzaktan bize çizdiği üçgenleri, küreleri gösteriyor. Adadaki heykeli 3 adam boyu var. Parmağının işaret ettiği hem sabah hem de akşam yıldızı olarak bilinen bildiğimiz Venüs gezegeni.Ayrı yıldızlar yok..bunlar aynı yıldızdır ... adı da Afrodit’tir deyip kesip atmış rahmetli. Sert adammış, karizmatik, gizemli, hem bilgi hem de kehanet sahibiymiş. Az önce sözünü ettiğimiz şanslı ama zalim tiran Polikrates zamanında Adadan kaçıp Mısır’a gitmiş.20 yıl boyunca mabedlerde kalarak inisiye olmuş. Ezoterik bilgilere sahip olarak geriye dönmek üzereyken savaşta pers kıralı II.Kambiz’e esir düşmüş. M.Ö520 yıllarında Samos’a gri dönerek yarım çember adlı bir okul kurmuş. Hermetik bilgiler, felsefe, astronomi,geometri karışımı bi müfredat programı çerçevesinde yıllarca öğrenci yetiştirmiş mütebahhir bir zatmış.... din ile matematik onun öğretisinde bir araya gelerek kendinden sonra gelen tüm öğretilere sızmıştır. Ona göre evren bir sayı uyumuydu. Evrende mevcut her şeyin sayılarla açıklanabileceğine inanırdı. Osmanlıda da Hurufilik Pisagorun öğretisinden derinden etkilenmiştir.

Samos adası küçük ama adamı sağlam. Ben bunu bilir bunu söylerim. Sakın ola ki Apostol’un yedirdiği musakka’nın ,içirdiği uzoların hayrına böyle konuşuyorum sanmayın. Nah işte Aristarchus denen adam.O da M.Ö 310 yıllarında Samos da doğmuş.Eski adamların anlattıklarına bakmış,kadim bilgileri hatmetmiş ama bir türlü olay içine sinmemiş. Günün birinde ortaya çıkıp ‘’siz demiş kendinizi çok önemsiyorsunuz. Evrenin merkezinde yaşıyoruz diye ham hayallerle avunuyorsunuz…amma velakin evrenin merkezinde dünya değil güneş var…’’demesiyle höst…lafını bil de edebinle konuş filozof bozuntusu…Atan Pisagor’un sonunu unutayım deme. Alim Allah seni kebab eder külünü bu evren dediğin ne haltsa oraya savururuz demişler. Lakin Aristarchus ‘da yürek mangal gibi…Arkadaş demiş işte şuraya yazıyorum; ‘’dünya yuvarlaktır, dönmektedir ve sizin sandığınız gibi değil aslında kıytırık bir gezegendir, güneş etrafındaki yörüngesinde kendi halinde dolanmaktadır ve yıldızlar çook uzaklardadır, demiş şöyle bir gerinip bu evren dediğimin de ucu bucağı,sonu başı yoktur ha bilesiniz diyerek lafını bağlamış. Tabi cemaatte tıss yok. Ama içlerinden geçen besbelli. Tüh tüh bu herifin az biraz aklı vardı… onu da felsefe,geometri,evren,yıldızlar diye diye yedi bitirdi. Zeus müstehakını versin a adam ya savuş şuradan tatlı canı kurtar..ya da hazırlan…bak , ateş köz olmak üzere. Bakmış iş ciddi. Kimsenin kurduğu evren modelini ciddiye aldığı falan yok. O da zıplayıp bir kayığa tüymüş başka bir adaya. Asılar boyu esamisi okunmaz olmuş. Aradan tam 1500 yıl geçip de Kopernik namlı zat işte böyle böyledir de şöyle şöyledir diyerek Aristarchus’un dediklerini milimi milimine tekrarlayıp Avropa’nın şanlı bilim tarihine kendi adını yazdırmıştır.

‘’Ubi sunt qui ante nos fuerent’’ Bizden öncekiler neredeler.

Samos adası ile Dilek yarım adası milli parkı arasındaki boğaz öylesine dar ki 3oo kulaç ya var ya yok. Şöyle bir hız alıp zıplasan karşı kıyıya atlarım sanırsın. İşte boğaza girdik. Teknenin karinasını pışpışlayan minik dalgaların boğaz çıkışında azgın canavarlara dönmesi ihtimaline karşılık babafingo yelkenini körletip bir kat camadan vuruyoruz.Bir kahve içecek zaman anca var..

‘’Yüreğim acıyo be kaptan demiştin’’ gözlerini kaçırmış başka taraflara bakmaya çalışarak. Bir başka denizde, kör bir limanın karanlık bir barında tutulduğun Rum yosması sana terso yapınca. Benimde yüreğim bir başka türlü cız etmişti be Nikolayamu. Dolu dolu olmuş gözlerine bakınca… Amman bee demiştim sana kız mı yok? Mavra matia sou..sende bu kara gözler varken. Patlat vre Glykeria’dan bir rembetiko. Giftopoula sto xamam. Anlat şu hamamdaki küçük çingene kızını. Yok bu gece illâ ağlayacağız diyorsan sen söyleyesin Bournovalia, ben söyleyeyim İzmir’in kavaklarını. Öpüşsünler denizin dalgalarında,rüzgarın fısıltısında nağmeler. Gözlerini gözlerime dikip melul mahsun baktığında sana kızmıştım üstelik be niko… canımın içi. Rembetiko kesmez bizi dersen skilodika’ya geçeriz be koçum..mehtaba karşı uluya uluya ağlarız birlikte. Sonra boynuma sarılmıştın da.. ‘’100 yıl önce dedenle dedem öpüşerek, ağlayarak ayrılmışlar be kaptan. Dedem ölüm döşeğinde bile Türkçe konuşup,İzmir’den söz ettiydi, dedenin adını defalarca andıydı. Biz seninle kardeş sayılırız be kaptanimu. Her derdimizde seninle birlikte ağladık, sonra enayiliğimize yine birlikte güldük. Koca dalgaların, kalleş denizin bizi alt etmesine hiç izin vermedik.Nice limanları dolaştık, kuytu barlardaki yosmaları birlikte keşfettik…Ama bu Marika var ya kaptan…ciğerimi köz etti körolası kahpe…her daim inleyen bir sandouri’ye döndürdü gönlümü.

Tam da o sırada Marika kahrolası buğulu sesiyle ,ela gözlerini yuma,aça bir rebetika’ya başlamaz mı. İzmir’in Karşıyaka’sında İstasyon mahallesinin gülüydü. Aşık oldu …bir kuş gibi takıldı bir alaniaris’e… berduşa. Liman liman gezdi,söylediği rebetikalar dudaklarından bir çığlık oldu döküldü. Yıllar evvelinin göçünü anlattı…dedesini ,halalarını…şarkılara konu olan teyzesi Adriana’yı. Acı,ölüm,göç,tükenmeyen özlem,tutkular hiç düşmedi dilinden. Hangisi daha fazla acıttı yüreğini bilinmez…peşine takıldığı levendis kurnazi mi yoksa şarkılarında hep sözünü ettiği ailesini yerinden yurdundan eden göç mü? Araya karşılıksız kalmış bir aşkı sıkıştırıp manâlı manâlı Niko’ya bakarak ama yedi denizden arta kalmış mangas’lara fingirdeşerek söylediydi şarkılarını Marika.

O gece 2 litrelik Tsantali’yi kafana dikip bir yudumda şişenin dibini bulmuştun . Sonra Marika’nın gözlerinin taa içine bakarak..’’psefti dunya …yalan dünya diye bağırıp…sonra da bir zeybekiko oynarcasına ağır hareketlerle tavernayı da ,Marika’yı da tekneyi de terk edip karanlıklara karışmıştın.

Güneş son ışıklarını kıskanç bir erkek gibi gizlediği saatlerde, tam da Yunan adalarının arasında bir yerlerde bir kadeh uzo ve buzuki eşliğinde karşı kıyıdan yükselen ‘’bir varmış bir yokmuş. Dünyanın en güzel kenti İzmir’de yaşayan Adriana adlı bir kız varmış şarkısı mı seni aklıma düşürdü be Niko uzun yılların ötesinden.

Karalar birbirinden uzak…insanlar birbirlerine nedenini bilmeksizin düşman...hiç bitmeyen göçler. Endülüs’ten Selanik’e….İzmir’den Atina’nın Votanika mahallesine,İskenderiye’den İstanbul’un tatavlasına .Ama rebetika’daki aynı hüzün Fado’da, flamenko’da yaleli de var. Akdeniz’de ortak olan; göçlerle, savaşlarla parçalanmış,parçalandığı ölçüde bütünleşmiş dünyasıdır. Parçalandıkça Akdeniz’in çilekeş halkları yeniden bir araya gelebilmek gayretiyle İspanya’dan…Tunus’tan…İtal ya’dan..Anadolu’dan işe koyulmuş , çalışmaktadırlar. Akdeniz coğrafyasını Akdeniz dünyasına dönüştüren de bu dinamiktir işte. Akdenizli geride bıraktıklarını hiç unutmaz. Ama her zaman yüzünü geleceğe dönmüştür. Onun için geleceğe dair düşlerinizi, hayallerinizi, beklentilerinizi yükleyin tekneye. Kabaran dalgalar,kopan fırtınalar tekneyi oradan oraya sürüklediğinde, yanaşacağımız iskeleleri …oranın güzel insanlarını düşünün. Hayde bre mori..spaso dalgadaki ha.. dalga geçmekle olmaz. Tırmanın direklere, sancağı hisa edin…iskele alabanda…alesta tremola…Sanki…ötelerden bir yerlerden Niko’nun ‘’alesta kaptan ‘’diye bağırdığını mı duydum ne?

PRUVADA KORSAN GEMİSİ VAR…

Bir gök gürültüsünü andıran bu ses geminin içinde sanki bir fırtına kopardı. Yelkenleri dolduran rüzgâr bile şaşkınlık içinde bir an duraklayıp, birazdan olacakları bilmenin keyfiyle daha bir sert esmeye başladı. Korsan gemisi ufukta göründüğünde Kaptan tek çarelerinin güney, güney batı doğrultusunda esen rüzgârı yelkenlerine doldurarak en yakın limana sığınmak olduğunu biliyordu. Korsanlarla anlaşmak mı? Tayfanın sorduğu soruyu duymazlığa geldi ama koca denizde volta atan korsanların ne denli acımasız olduğunu kaç defa anlatmıştı. Yalvarsan da kolay bir ölüm vermezdi korsan dediğin. Ya seni forsaya çakar, bitmek bilmez günler boyunca kürek çekerdin..ya da kurtulmalık adı altında özgürlüğünü satın alabilmek için dilenciliğe başlardın. Tabi son çare korsanların eline geçmemesi için gemiyi havaya uçurmaktı. Ama bu son çareden hiç hoşlanmayan kaptan limanın uzaklığını ve arkalarına aldıkları rüzgârın gücünü anlamaya çalışarak ‘’Allah büyük’’ diye mırıldandı.

Korsan gemisinin güvertesinde, kasaraların üzerinde, mizana ve trenkete direklerinde sayısız korsan kum deryası misali kaynaştı. Palabıyıklılar, kesik kollular, tahta bacaklılar, kelleyi kazıtıp cavlaklığa soyunmuşlar, suratları güneşten kırış kırış olmuşlar, tek gözlüler, kulağı küpeliler, yok burunlular…hepsi karışıklığa meydan vermeden yerlerini aldılar.

Korsan gemisinin ön kasarasında rüzgâra ve karşısındaki ticaret gemisinin hazineleriyle dolu düşlerine sarılmış , dimdik ayakta, eğri palasına dayanmış duran korsan reisi denizin bulutlarla öpüştüğü yerde beliren yabancı gemiye gözlerini dikmiş bakıyordu. Kanlı gözleri ile rakibini kollayan, savunmasız avını parçalamaya hazır bir kaplan gibiydi. Bakışlarını, yerlerini almış korsanların, ölüm yoldaşlarının üzerinde gezdirdi. Birazdan belki de bir çoğu ölecek olan bu adamların gözlerinde korkuya benzer bir şeyler görmek ister gibi uzun uzun baktı. Sonra ilk emrini verdi: Düşman pruvaya alınacak…orsa yaklaşılacak…sancakları indirin…dirise edeceğiz. Ganimetiniz bol gazanız mübarek ola. Hayde vira bismillâh.

Akdeniz doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine onbinlerce deniz adamının cesedini kucağında taşır. Öfkelendiği zaman, gözünü kan bürüdüğünde canlarını dişlerine takmış gemicilerin üzerine yıldırımlarını yağdırmış, fırtınalarını yelkenlerin üzerine boca etmiştir. Kimi zaman tek tek, kimi zaman bir anda yüzlercesininin canını istemiştir. Ama ya insanlar. Akdeniz kızgın, öfkeli, suçludur da…denizi mekan tutmuş insanlar sütten çıkmış ak kaşık kadar masum mudurlar? Gözü doymak bilmez Akdeniz’de her kılıç kınına girmeden bir can almamış mıdır? Tonlarca ağırlıktaki gemileri küreklerle yürütmeye çalışan hangi ülkelerin çocuklarıdır. Onları bekleyen bir ana babaları, yollarını gözleyen bir yavukluları yok mudur?

Korsan yatağıdır Akdeniz. İspanyol, Berberi, Türk, Rodos’lu, Arap korsanlar…burnu büyük Venedikliler, süslü Raguza’lılar, uzun mantolu Fransız’lar, ucu bucağı belisiz denizi bir türlü paylaşamamışlardır. Macera arayan, yüreği kara, bileği güçlü, nam peşinde koşan sayısız adam Akdeniz’e akmışlar…öldürmüşler ama pek çoğu da zamanın bir noktasında, herhangi bir geminin mizana direğinin dibinde can vermişlerdir. Her işin bir bedeli mutlaka vardır koca denizde…

Kıyı insanları zaman zaman korsanlardan AMAN dilemiş, isteklerine boyun eğmiştir. Kimi zaman da onları bir kurtarıcı gibi karşılamış evladlarını ona asker vermiştir. Korsanlık ve Akdeniz; yüzlerce yıl havayla su, güneşle ay gibi birlikte anılmıştır. Aslında Akdeniz için fark eden hiçbir şey yoktur. O dalgalarını bir yükseltir, bir alçaltır. Rüzgârlarını bir o yana bir öte yana savurur. Kıyılarında yine üzümlerden şarap yapılır, yeşil zeytinler altın sarısı yağa dönüşür. Düşler gemilere yüklenip, kısmet aranmaya gidilir. Kime niyet kime kısmet onu da feleğin şaşmaz oku bize bildirir.

Demir almadan kadim Notion limanından
Claros’a uğramıştım dolunayın olduğu gece.
Haberdar olmak için kaderimin hazırladığı oyundan
Apollon’un büyük kahini Mopsos’a danıştım önce.

Birkaç gece önce gördüğüm rüyayı kahine anlatmıştım: Kocaman bir balık inanılmaz büyüklükte bir dalganın üzerinde durup benle konuşmuştu. Sesi gök gürültüsüne benziyordu.Ve gözlerimin içine bakıp şunları söylemişti: sen benim ve sen bensin,ve nerede olursan ol,ben oradayım. Her şeyde varım, ve ne zaman istersen hissedebilirsin beni…ve beni hissederek kendini hissedersin. İşte böle demişti balık. Anlattım rüyamı Kloros kehanet merkezinin ulu rahibine. Rüyamı yorumlasın bana yol göstersin diye.

Kahin uzun uzun gözlerime bakmış, Orakl’ını yüzüme haykırmıştı.
‘’Fırtınanın tepesine binmiş Apollon ,elindeki kuş bakar görünenin ötesine
Korkulacaksa bulunacak olandan çıkılmaz bu geminin seferine’’
Korku dolu rahipler birbirine sarılmış, Kahinin kaşları çatılmıştı.

Bir rahip Manteuma’nın ,gizli sözlerin anlamını bana açıkladı; PROMETHEUS göklere çıktı, tanrılardan ateşi çaldı ve geriye döndü. Bedeli neyse ödedi. İASON Argonaut’larıyla çarpışan kayaların arasından mucizeler denizine yelken açtı. Altın postu koruyan canavarı yendi ve geriye döndüğünde hakkı olanı aldı.

Yolcunun yolculuğunu engellemek isteyen güçler her zaman vardır. Denize gizlenmiş kayalar, yanındakini görmeyi engelleyen fırtınalar, dört kat karanlıkta mizana direğini aşan dalgalar ve alev, sıcak küller,kaynayan çamur,fokurdayan kumlar…Ama bir yolcu tüm engelleri tek tek geçebilirse, olağan dünyadan doğa üstü tuhaflıkların bölgesine ilerler. Burada daha önce hiç rastlamadığı hatta düşünmediği güçlerle karşılaşır. Tüm yolculuk bir sınavlar yoludur. Ama her şey bittikten sonra yolcu evine döndüğünde orada kendini bekleyen yetişkin,akıllı bir adam bulacaktır. Bu gizemli maceradan olgunlaşmış, sınırlarını bilme yeteneğine sahip olarak geri dönecektir... eğer dönebilirse.

Rahip, Kahin’in gizemli sözlerini bana açıkladıktan tekneye dönüp ardından derin düşüncelere dalmıştım o gece. Bir kadeh rakı, giderek tüm gök yüzünü dolduran ay ve karinaya vuran dalgaların müziği eşliğinde önümde uzanan denize bakıp korkularımı anlamaya çalışmıştım. Aklıma sen gelmiştin Niko. Çok yıllar evvel buna benzeyen bir gecede ‘’Yolculuk denize midir…yoksa bilinç dışına mıdır, yolcunun kendisi de bilmez. Aranan arzu nesnesinin tüm yolculuk sırasında bulunamıyacağını bilsek de bu yolculuğun sonunda yaşanacak içsel değişim yolculuğa çıkmayı elzem kılar’’. Yalnızlığın ortasında karanlıklara bakarak ‘’ her değişim sembolik manada bir mekanın katedilmesini gerekli kılar. İşte bizim bu denizde, bir limandan ötekine sürtmemizin nedeni tam da budur.’’ demiştin felsefe limonunu beyin salatamızın içine sıkarak.

Bilemiyorum be Niko demiştim… bu yolculuk esnasında, insanın farkındalığını idrak ederek bunu aşkın bir boyuta taşıması ve nihayetinde mistik bir bütünleşmeyi elde etmesinde mekanların çağrısı, Akdeniz’in daveti elbette önemlidir. Ama yolcu kendisinde saklı olan gizil güçleri tanıma noktasında girdiği yolculuklardan ancak bir farkındalıkla çıkabilirse sonsuzluğa açılmış olur’’ demiştim. Sonra Marika’dan söz ettiğimizin bilincinde, acının dinmesi, yaranın iyileşmesi, görece bir özgürleşme peşinde kat ettiğimiz onca yol…arzunun doyurulması değil, tanınması,kabul edilmesi, bilinçli benlikle bütünleştirilmesi değil midir be kardaşım demiştim de bana bakıp ‘’ama bazan yolcu geri dönmez’’ dediydin.

Kim bilir belki de Apollon’un kahini bu sefer gerçeği bilmiştir.

Gece tüm esrarıyla denizin üzerine inmiş, ufuksuz ışıksız bir karanlıktayız… yelkenler rüzgârı apazdan almakta, 20 knot'luk rüzgârla dalgaları yara yara ilerlemekteyiz.Tekne havuzluğunda hareketlilik sürüyor. Halatı laçka et…halatı ger..bumbayı sal. Yönümüzü bulmak için pusula, kronometre, sekstanta ihtiyacımız yok. İşte demir kazık…kuzeyde durmuş, gözlerini üstümüze dikmiş, hiçbir manevrasını kaçırmadan tekneyi izliyor. Bu gece biraz suskun, konuşmuyor. Yoksa dinlemesini bilirseniz her yıldız bir aşk hikayesini kulağınıza fısıldar. Kutup yıldızımızın az ötesinde büyük ayı, küçük ayı takım yıldızları çakmak çakmak bakışlarıyla konuşmaya hevesliler bu gece. Hikayelerini anlatmak istiyorlar…kulak kabartıyorum söylediklerine. Arcadya ‘da yaşayan Kallisto adlı bir prenses hem çok güzel hem de yetenekli bir avcıdır. Çapkınlığı dillere destan Zeus, Kallisto’nun peşindeyken, kıskanç karısı Hera gelir ve zavallı prensesi kocaman bir ayıya çevirir. Bu olayın üzerinden hayli zaman geçer Kallisto’nun oğlu Arkas büyür, yakışıklı bir erkek, anası gibi usta bir avcı olur. Ormanda avlanırken koca bir ayıyla karşılaşır. Ayı gırtlağından ağlamaya benzer homurtular çıkararak, pençelerini kaldırmış ona doğru koşmaktadır. Ayının üzerine doğru koşmasından ürker, oku yayına takar ve bırakır. Ayı ölmüş, o anda oraya gelen Zeus yaptığı hatayı Arkas’a anlatmıştır. Bu işte kıskanç Hera’nın parmağı vardır. Zeus işlediği günahın dehşetiyle elem duyan Arkas’ı da, Kallisto’yu da takım yıldıza dönüştürüp var gücüyle gök yüzüne fırlatır. Kallisto büyük ayı, Arkas küçük ayı olarak birbirinden hiç ayrılmadan , Okeneos’un sularına dalıp gitmeden sürekli birbirleriyle, arada bir yalnızlık ve hasretlik çeken denizcilerle konuşarak yaşayıp giderler.

Pleiad’lar Titan Atlas’ın yedi kızına deniyordur. Poseidon’un oğlu ORİON bir gün Pleiad’ları anneleriyle birlikte gezerken görmüş ve pek beğenmiştir. Kızlar Orion’a yüz vermemişlerdir ama Orion yıllarca onlara askıntı olmayı sürdürmüştür. Aynı kızların üç tanesi zaten önceden Zeus’un tasalluduna uğramış ona çocuk doğurmuşlardır. Çok yakışıklı, güçlü bir avcı olan Orion’u kıskandığından mıdır yoksa kızların şikayetinden midir bilinmez, Zeus bu kızları önce güvercin’e dönüştürmüş sonra da avcının elinden kurtulmaları için yıldız yaparak YEDİ KANDİLLİ SÜREYYA denilen Pleid burcuna dönüştürmüş, gökyüzünde mutena bir yere yerleştirmiştir. Kızlar Orion’un takibinden bir süre kurtulur gibi olmuşlardır ama Orion da bir süre sonra belasını bulmuştur. Bizim buralardan komşumuz olan ARTEMİS’e bulaşmış, tam bilinmiyor… ya bakire tanrıçaya ya da onun kızlarından birine aşık olmuştur. Aşkından yanıp yakılsa da, yemeden içmeden kesilse de adı kutlu Artemis’e ya da kızlarına musallat olmanın bedelini, Artemis’in gönderdiği bir akrep ona ödetmiştir. Ardından sonsuza kadar ışığını bizlerden eksik etmemesini dilediğimiz Artemis, Orion’u da, av köpeklerini de,onu sokan akrebi de yıldız yapmıştır. Orion’u cebbar burcuna çevirmiş ve akrep burcunu da Orion’un ardına takmıştır. İşte gökyüzü denizinde Orion’un Akrep burcu önünden kaçıp kurtulmak için daima koşuşturup durması ve Pleiad’ları kovalamaktan bir türlü vaz geçmemesi hep bu aşk hikayesi yüzündendir. O kovalamaca bu gün de devam etmektedir. Orion, akrep ve pleiad’lar asla aynı anda gökyüzünde yer almazlar.

Ama ben en çok kendi burcum olan İkizlere bakarım uçsuz bucaksız gök denizinde. Kastor ve Polluks adlı ikiz kardeş macerayı severler ve görevleri tehlikede olan gemileri kurtarmak, denizcileri korumaktır. Ne zaman görünür olsalar(çünkü yarı zamanlarını Hades’in ülkesinde geçirirler) bir avuç buğdayı denize atarım… teknemi Poseidon’un şerrinden Zeus’un öfkesinden korumaları için. Ama en çok kutup yıldızını dinlemeyi severim. Çünkü o tüm yıldızların hikayelerini bilir. Hele keyfi de yerindeyse hikayeleri bir de ballandırır ki…

Kış çıkışı, oturmuşum bir zeytin ağacının kuytusuna, başucumdan uzak denizlere esen yellere bırakmışım kendimi. Hayallerim tekneden hızlı, süzülüyorum koca denizde bir uçtan öteki uca. Bir yandan tekneyi kalafata çekmekteyiz limanda, gemiyle birlikte kendimizi de elbette. Tekne kirinden, pasından arınır yeniden Akdeniz’e bıçak sırtı dalgaları yarmaya hazırlanır. Biz de kıştan, nemden sızlayan kemiklerimizi güneşe teslim eder hazırlanırız yeni bir mevsime. Selam olsun bizi hatırlayanlara…unutmayanlara

Doğu yeli katmış bizi önüne yelkene yandan yandan üfürüyor. Orsadan Apaza atmış tekne kendini. Biz de mandarları az biraz boşlayıp, çekmişiz salmayı iki boğum yukarı geniş apazda seyretmekteyiz. Hey babam be motor mu taktın a mübarek. Bu hızla bir haftada varmaz mıyız Cebeli Tarık’a… varıp da Alicante yakınlarında Calpe’de karakaşlı, kara saçlı Dolores’in barında iki kadeh sıcak şarapla kanımızı ısıtmaz mıyız? Beatrize manidar bir göz kırpıp, sevgilisi Miguel’e çakmaz mıyız uzak ellerin selamını.

Doğu yeli çuval doldurur, Batı yeli bela getirir. Achilleus değil miydi Batı yeli Zefiros’a yalvaran, onu yardıma çağıran, öldürülen dostu Patroklos’u yatırdığı odun yığınını ve kurban ettiği çocukları tutuştursun diye. Savrula savrula yola düşüp, önünde ardındaki bütün bulutları önüne katıp gümbür gümbür yeri göğü sarsmaya başlayarak Troya önüne gelmedi mi Zefiros.. Daha sonra Troya ovasına ve denizin üstüne çullanıp her yöne yayılıp, denizin sularını savuraraktan oluşturduğu dalgaları şahlandırarak altın tolgalı, tunç yürekli Hector’un yüreğine ilk kuşkuyu düşürmedi mi? Ve denizde titreşen kızıl-kara karışımı gölgeler dolduruyordu her yeri… uğultusu dinmek bilmiyordu...taş üstünde taş kalmayıncaya kadar kıyıda durup Yunanlılar’ın hilelerini, ihtiyar kralın gözyaşlarını izledi. Sonra da avanesiyle birlikte Trakya göklerinin üstünden evine döndü güney yeli.

Kuzey yeli kükremiş geliyor. Amman haa.. diyemeden suratımıza ilk dalganın şaplağını yememizle salmayı indirip, ana yelken iskotasını toparlamaya girişiyoruz. Az biraz boşlayıp yelkeni küçülttük mü tekne rüzgâr üstüne dönüyor. Kuzey yeli bizi İskenderiye mi desem, Marsa Matruh mu desem atıyor bir yerlere. Mayna ediyoruz yelkenleri, küçük dalgalar süpürüyor karinayı, giriyoruz beş bin yıllık bir limana. Laçka ediyoruz demiri. Oturduk mu bir kıyı lokantasına bakıyoruz parlak gözlü belinde futasıyla yampiri yürüyen delikanlının gözlerine. Getirdiği felafele, yanında bir tabule. Mangaldan çıkardığı Çamukaları dizmiş bir tepsiye yanında olmazsa olmaz bir hurma arakı. Ah gözünü sevdiğimin rakısı. Ah Akdeniz… Uzun yüzyıllar dünya-oyun-hayatın kalbi burada atar. Korsanlar, tacirler, maceraperest gezginler mağripten maşrıka uzanır. Karavel’ler, kadırga’lar kalyonlar balıkçı sandalları doğudan batıya yol alır. Bir pırlanta kolye gibi; İstanbul, Kudüs, İskenderiye, Marsilya Venedik, Cenova, Dubrovnik, Selanik…

Kimseler bilmezdi beni. Bir adanın terk edilmiş kuytu bir limanında topal bir martıydım. Deniz, güneş, balıklar yoldaşlık ederdi bana. Güney rüzgârı en güzel şarkılarını söyler, kimi zamanda uzaklardan, izi silinmiş yollardan, unutulmuş kovuklardan haberler taşırdı bana. Benim haberlerimi de dostlara nasıl ulaştırdığını kulağıma fısıldardı. ''Angeliki derdi, kocaya varmış, üç çocukla evinin önünde yün eğiriyordu ki, sen düştün aklına. Uzun uzun denize baktı..şöyle derin bir soluk alıp boran misali bırakıverdi havaya. Senin için kaptım geldim, işte bu Angeliki’nin kokusudur.'' Bir içime çekerdim yıllar öncesinde isteyip de alamadığım kadınımın, KULA’mın kokusunu. Ah bre güney yeli kimseler bilmezdi nerelerde olduğumu… terk edilmiş bir limanın topal martısıydım ben… ne uğraşır, eğlenirsin benimle.

Akdeniz sıradan bir deniz değildir. Bir farklı katmanlar ve anlamlar denizidir. Dünyada mevcut tüm denizler tarih sahnesine ikinci perde de giren küçük rollere sahip oyuncular olurken, o en baştan beri bir başrol oyuncusu olarak tarihin başlangıcında yer alır. Uzun yüz yıllar boyunca ulusların kaderini tayin eder. Kimisini zaferler ve uzun bir yaşamla onurlandırırken, kimisini tarih atının nalları altına atar. Sıradan bir günde güneşin bu denizden doğuşuyla yükselen ve parlayan uygarlıklar, başka bir günde güneşin bu denizde batmasıyla yok olur. Tarihin mezarlığı; kent devletleri, krallıklar, imparatorluklar, bilinen bilinmeyen uygarlıklar ile doludur.

Akdeniz en azından dört bin yıldır- belki de bunun iki katı bir süre boyunca-insanları kendine çekmiş, onları kıyılarında yerleştirip ‘’uygarlaştırmıştır’’; bu son yüzyıla, yakın bir tarihe kadar böyle sürüp gelmiştir. Böylelikle de Akdeniz, ardı arkası kesilmeyen bu akınların aşıladıkları yeni kan sayesinde kendini canlı tutmayı becermiştir.. Bu canlılığın bedelini de hoyrat ve kanlı bir tarihle öder. Bu tarih, yıkımlarla ve yağmalamalarla, kıyımlarla, sürgünlerle, topluluklar arasında meydana gelen kanlı çarpışmalarla kesintiye uğramış kanlı bir tarihtir. Buna karşılık, yeni gelenler burada hazır buldukları tekniklere, yaşam tarzlarına, dinsel inanışlara çabuk uyum sağlayıp yerleşik tarım düzeniyle, gezginci hayvancılık arasında, kuru tarım ile suların dâhice evcilleştirildiği tarım arasında, kentlerle kırsal alanlar arasında, insanı düş kırıklığına uğratan ve giderek verimsizleşen bir toprağın sunduklarıyla daha fazlasını vadeden deniz arasında kurulmuş bulunan kırılgan ve kararsız geleneksel dengelerin sunduğu olanaklardan alabildiğine yararlanmışlardır..

Akdeniz bir yandan, insanları kendine çeken ama aynı zamanda kendi kültürünü onlara özümleten bir odak, öte yandan, insanların, hayvanların, bitkilerin, malların ve tekniklerin, dinlerin ve simgelerin dolaşımı için ayrıcalıklı bir alandır. Bu dolaşım kimi zaman öyle hızlı olmuştur ki, bir yenilik karşısında, onun çıktığı yerde mi gerçekleştirildiğini, yoksa dışarıdan mı getirildiğini anlamakta güçlük çekilmiştir. Tarihçiler ve tarih öncesi uzmanları bu etkilerin izlerini sürerken sık sık yollarını şaşırırlar. Ve bu durum tarihin doğuşundan beri böylece sürüp gider.
Ama bir yandan da Akdeniz’in çevresine sıralanmış kültürler kendi özgün geleneklerini bir ölçüde muhafaza etmişlerdir. Her biri diğerinden bir şeyler almış ama alınanı kendi bünyesinde eritmeyi bilmiştir. Herkes için önemli ve koşullandırıcı bir nitelik taşıyan olgu denizin kendisidir. Denizcilik zamanla bir kar kaynağı ve iktidar alanı olduğunu göstermiş, her politik gücün amacı, tüm kıyıları birbirine bağlama ve ticaretin denetimini ele geçirme idi. Denize yayılan tüm aktörlerin düşü ticaret yaparak zengin olmak, etki alanını genişletmekti. Böylece doğaları gereği her zaman daha ötelere ulaşmaya eğilimli olan denizciler, ardından egemenlik, nüfuz bölgelerini genişletmeye çalışan kara güçleri, tarihin sahnesinde yerlerini almaya başladılar. Ve elbette bu oyunu oynarken geçmiş yüzyıllardan devraldıkları rekabetleri ve çatışmaları da beraberlerinde sürüklediler. Akdeniz hiç bitmeyen bir oluş bozuluş sürecini bıkmadan, sıkılmadan yüzyıllarca sürdürmüştür.

Braudel'e selam olsun.

Noli me Tangere.

Hiç kimse bana dokunmasın. Tüm insanlar çeksin ellerini… merak taşıyan gözlerini. Sadece Akdeniz’in suları sarsın kıştan çıkan bedenimi. Dilime değen tuzlu sular tarifsiz hazlar oluştursun. Akdeniz’e duyulan aşkın dışında tüm düşünceler beynin kaybolduğu yerdeki o yakıcı kaşıntı içinde yitip gitsin bir yerlere. Noli me Tangere. Biliyorum ki eğer bana hiç kimse dokunmazsa deniz bana ulaşacak ve ele geçmez ruhumu kıskıvrak yakalayacak

Uzaklardan yaklaşan o heyecanlı gerilim derinlerde bir noktadan uç veriyor. Gün be gün, parça parça farkına varmadan deniz içimdeki bir yerlerde yaşıyor. Ama biliyorum ki o beni kendi dokunulmaz bütünlüğü içinde yaşar.

Reis derdi bana kara kocaman gözleri olan zayıf tayfa; denize çıkınca sıkıntıdan kurtuluyorum, karada uyuşan kanım hızlanıyor. Kış zamanı içime dolan mezarlıklara gitmek, saatlerce oturup ölümü düşünmek arzusu, içimi saran kasvet, denize açılma vakti geldiğinde… sanki kuş olup uçuveriyor ruhumdan. Bedenim bir hafifliyor, bıraksalar bir göz kırpması süresinde mizana direğine tırmanıvereceğim. Bir güvercin olup gökyüzünden uçsuz bucaksız suları seyredeceğim. Teknenin en yüksek yerinden kendimi bıraktığımda biliyorum ki suya bir balık olarak düşeceğim. Karadayken ölümü düşünen sıkıntılı ben, denizde hem kuş, hem balık olacağım… bedenimi karada bırakıp ruhumu özgür kılacağım.

Bütün dünya çekip gitti ve yalnızca tensel bir ziyafet var… yarın yok, dokunacak kimse yok ve gidilecek bir yer yok. Yalnızca bu deniz, bu öğleden sonra ve ben varım. Denizin gücü ve isteğine karşı direnebileceğim bir tutunma noktasına sahip değilim. Denizin ruhumu saran arzusu, bedenime çağrısı bana boyun eğmemi söylüyor. Karşı konulamayacak bir isteği tüm hücrelerimde duyarak kendimi teslim ediyorum suların serinliğine… İpek, mavi bir çarşaftan kayarcasına bırakıyorum kendimi sevgilinin okşayıcı ellerine. Kıskanç bir kadının envai çeşit korkularıyla ıslanmış fantezi dünyasına dalıyorum. İlk anda tüm bedenim kasılıyor. Ardından sular beni tamamıyla sarıyor, sarmalıyor, nefessiz bırakıyor. Kalbimin uzun sürmüş bir ayrılığın ardından kavuşma anının tekinsiz tedirginliği içinde sıkıştığını hissediyorum. Soluklanıp ellerimi açıyor ve aylarca uzakta olmanın verdiği bir acemilikle ona sarılmaya çalışıyorum. Bir kulaç, bir kulaç daha… sonunda o soğuk duruşundan vazgeçip izin veriyor bana… kollarımın, ellerimin, parmaklarımın dokunduğu her noktaya ulaşıp gizini keşfedeyim, unuttuğum ayrıntıları hatırlayayım diye. Kendimi bırakıyorum. Sular başımı, bilincimi örtüyor. Dünya ile arama dile gelemeyen bir hazzın mesafesini yerleştiriyor..Hayli uçarı ve ayrıksı zevkler denizinde soluksuz kalıyorum… bedenimde ancak farkına varabildiğim titreşimler… Derinlerde bulduğum, günahın tüketilemez hazzı. Aylar süren bir ayrılığın ardından gelen buluşmalarda, şehvetin yıkıcı tenselliğinin ani bir patlamayla sıradan beklentileri aşması gibi. Derinlik sarhoşluğu tüm bedenime yayılıyor… artık dayanamıyorum… kıskanç bir kadının sürekli orda kalmamı buyuran fısıltılarına kulaklarımı kapatıp, güneşin dünyasına, farklı bir cümleler kalabalığına dönmek zorunda kalıyorum. Gözüm güneşte ama gönlüm derin mavilikte. İlk dokunmanın, birleşmenin verdiği hazzın ardından küçük dalgaların etrafımda dolaşmaları, dokunup kaçmaları ve bıkmadan tekrar tekrar dokunmaları erotik bir dans başlatıyor bedenimle dalgalar arasında. Uzanıyorum boylu boyunca, saçlarımı, bedenimi okşuyor, dili kulağımda, dudaklarımda geziniyor…hiçbir sevişme bu denli sırılsıklam olamaz. Hiç kimse bana bu denli dokunamaz. Noli me tangere…ben yalnız sana aitim.

oyunbaz

Gizem yoktur.Oyun vardır.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Yabanci bayrakli teknelere iliskin tasarinin son hali

Yabancı bayrak taşıyan yatların Türk bayrağına geçmesi için vergi avantajı sağlanacak. Buna göre, KDV yüzde 1’e inecek, ÖTV ise sıfırlanacak.
Mevzuattaki boşluk nedeniyle yabancı bayrak taşıyan Türk vatandaşlarına ait yatları için Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı harekete geçti.
Bu hafta yeni bir tasarı Meclis'e sunulacak. Yüzde 18 olan KDV oranının 1'e indirilmesi, ÖTV'nin de sıfırlanması önerilen yeni tasarıyla kamu ve belediyeye ait marinalarda da kira indirimi getirilecek.
5 MİLYON DOLAR GELİR
Yabancı bayraklı teknelerin ise 3 ayda bir yurtdışına çıkış zorunluğu olacak. Yeni tasarıyla birlikte yaklaşık 5 bin yatın Türk bayrağına geçmesi hedefleniyor. 100 bin dolar ve üzeri olan yabancı bayraklı bu teknelerin Türk bayrağına geçmesi halinde, yıllık ortalama 5 milyon dolarlık vergi kazancının sağlanacağı öngörülüyor.
Deniz Turizmini ve Denizciliği Geliştirme Derneği (DENTUR) Genel Sekreteri Orhun Şentürk, Türkiye'de 9 bin 200 yabancı bayraklı tekne ve yat bulunduğunu söyledi. Şentürk, "Bunların yüzde 90'ı ise Amerikan bayrağı taşıyor. Ve her yıl bu tekne ve yatların kayıt yenileme, harç ve bayrak tescili için Amerika'ya 7 milyon dolar ödeniyor. Bu tasarının hayata geçmesiyle birlikte bu 7 milyon dolar ülke içinde kalacak. Ayrıca bakanlığın hedeflediği 5 bin tekne Türk bayrağına geçerse yüzde 1 KDV alınsa dahi, bu tekne ve yatlar pahalı olduğu için yıllık ortalama 5 milyon dolarlık vergi kazancı sağlanacak. Şu anda bu tekneler hiçbir şekilde vergi ödemiyor" dedi.
9 bin teknenin yaklaşık 1500'ünün yabancı sahipli olduğunu anlatan Orhun Şentürk, yeni çalışmayla birlikte yabancı sahipli teknelerin de Türk bayrağına geçebileceğini ifade etti.


DENİZ HABER AJANSI

RÜZGAR, FIRTINA VE FIRTINA TAHMİNİ

          Günümüzde elektronik aletler, İnternet ve tahmin istasyonlarından hava durumu ile ilgili kolaylıkla bilgiye ulaşabiliyor olsak da geleneksel yöntemler hakkında bilgi sahibi olmak, tahmin yeteneğimizi geliştirmek, çok uzun yıllara dayalı tecrübelerden elde edilmiş olan yıllık hava davranışlarına istinaden yapılmış takvimleri takip etmek, amatör denizci olarak saygı göstermek ve bu insan duyularının körelmesine izin vermeyen yöntemlere sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu sebeple, öğrenmeye açık bir amatör denizci olarak, Tüm doğanın alarmı olan bu belirtileri ve yöntemleri hakkında zaman içerisinde duyduğum, okuduğum, arşivlediğim bilgileri sizinle paylaşmak istedim. Aramızda profesyonel olarak bu sistem, tahmin ve takvimi kullanmış/kullanıyor olan arkadaşlarımız var. Bu paylaştığım bilgiler üzerine yanlış veya eksiğim olduğunu düşündükleri noktalar olur ve tamamlarlar ise çok memnun olurum.

RÜZGÂRLAR VE YÖNLERİ
Rüzgâr, bir yüksek basınç alanından, alçak basınç alanına doğru, kitle halinde, yatay yönde, yer değiştiren hava hareketine denir. Bu hareket sonucu, karada olan olaylardan çok, denizde olan olaylar denizciyi ilgilendirir. Rüzgârların estiği yönlere, adlarına ve şiddetine göre havanın ve denizin nasıl olacağı tahmin edilebilir. İklimbilim denilen bilim dalı, bundan yararlanarak ve geçmişteki gözlemleri değerlendirerek, aşağı yukarı doğru sayılabilecek hava tahiminlerinde bulunup "Tahmin Takvimleri" yapmıştır.
Amatör denizciler de, rüzgârları ve özelliklerini öğrenerek denizin tehlikesiz olduğu dönemleri anlar ve güvence içinde seyir yapar. Bir pusulayı önümüze alarak baktığımızda, dört ana yönden oluştuğunu görürüz. Yatay olarak yerde duran pusulanın tepesi, ya da üstü Kuzeyi gösterir.
Burdan esen rüzgâra denizci dili ile YILDIZ denir.
Yıldızın altı güneyi gösterir, burdan esen rüzgâra KIBLE denir.
Yatay pusulanın sağı, doğuyu gösterir, burdan esen rüzgâra GÜNDOĞRUSU yada Güneş rüzgârı
Solu ise batıyı gösterir, burdan esen rüzgâra da BATI denir.
Pratik olarak güneşin doğduğu yönü soluna alan bir kimsenin, sağı batıyı, tam karşısı güneyi arkası da kuzeyi gösterir. Bu rüzgârlar ve yönler dört asal rüzgâr ve yöndür.
Yıldız ile gündoğusu arasından esen rüzgâra POYRAZ, Gündoğusu ile kıble arasından esene KEŞİŞLEME, Yıldız ile batı arasından esene KARAYEL, batı ile kıble arasından esene de LODOS denir. Bunlara da ikincil yön veya feri rüzgârlar denir. Feri rüzgârlar, iki anayön rüzgârın tam ortasından çıkan rüzgârlardır. Rüzgârlar şiddetlerine göre 12 adla anılırlar.
Bunlar:
Sakin, gayet hafif, hafif, latif, orta, firişka, kuvvetli, orta fırtına, fırtına, kuvvetli fırtına, büyük fırtına, bora ve kasırgadır. Kasırga, ayrıca siklon veya tayfun adı ile de bilinir. Rüzgârların şiddeti saat/kilometre olarak ölçülse de çoğunlukla knot olarak söyleriz. Denizciler saatte 50 kilometreden (27knot) hızlı esen rüzgârlara fırtınamsı rüzgar derler. Rüzgârların en güçlüsü kasırgadır. Ülkemiz sularında görünmeyen bir rüzgâr türüdür. Daha çok okyanuslarda ve ABD'lerinin bazı bölgeleri ile Japonya'da görülür. Hem denizde ve hem de karada büyük felaketlere yol açar. Binaları yıkar, denizleri taşırır, ağaçları kökünden söker. Bizim denizlerimizde saatte 100 kilometre hızla esen büyük fırtınalar ve ondan daha hızlı esen boralar görülür. Kasırga görülmez. Rüzgârlar hızı, anemometre denilen ve havanın yere göre hızını ölçen aletle ölçülür.

RÜZGARLARI ANLAMA
Rüzgârların cinsini denizdeki dalgaların şekline, dumanlara, ağaç yaprakları ve dallarına, elektrik direkleri ve tellerine, evlerin damlarındaki kiremitlere, bacalara bakarak anlamak mümkündür.
Sakin denilen rüzgâr türünde, esinti hemen hemen hiç yoktur, dumanlar dikine çıkar, yapraklar kımıldamaz.
Gayet hafif rüzgârda dumanlar az eğilim kazanır, yapraklar zaman zaman kımıldar.
Hafif rüzgârda, yapraklar sürekli kımıldamaya, denizde sular oynaşmağa başlar. Latif rüzgârda, yapraklar sürekli sallanır denizde dalgacıklar oluşur.
Orta rüzgârda, ağaç dalları sallanmağa başlar,dalgacıklar küçük dalgalara dönüşür.
Frişkada, dumanlar yatay hale gelir, bayraklar sürekli, ağaç dalları arasıra dalgalanır.
Kuvvetli rüzgârda, rüzgârın hızı saatte 35-40 km.ye çıkar, büyükçe dalgalar meydana gelir, elektrik direklerinin telleri sallanarak ses çıkarır.
Orta fırtınada, hız saatte 50 km.ye ulaşır ve gerçek fırtına oluşur. Ağaçlar sallanır, sandalda dümen tutmak zorlaşır ve ayakta zor durulur.
Fırtınada hız 60-70 km.ye ulaşır, ağaçlar sürekli sallanır ve küçük dallar kırılır. Kuvvetli fırtınada, ağaç dallarının büyükleri de kırılır, elektrik direkleri sallanır, teller kopar, binaların kiremitleri ve bacaları uçar.
Büyük fırtınada hız 100 km.nin üstüne çıkar. Küçük ağaçlar kökünden sökülebilir, çatılar uçar, yürümek imkânsız hale gelir, denizde tekneler alabora olur, büyük dalgalar meydana gelir.
Borada, hız 120 km.ye çıkar, evlerde büyük hasarlar meydana gelir, damlar, çatılar uçar, büyük ağaçlar bile kökünden sökülür, denizde durmak imkânsız hale gelir.
Kasırgada ise hızın limiti kalmaz; 120 km.nin üstüne çıkar, ne denizde, ne karada durulamaz, gerçek bir felaket başlar, büyük gemileri batırır, binaları temelinden söker, meydana gelen muazzam dalgalar kıyı şeridinde olan yerleşim bölgelerini yerle bir eder. Bu belirtilere bakarak, esen rüzgârın hangisi ve hızının ne olduğunu anlamak mümkün olur. Böylece de denize çıkacak olan denizciler işlerini garantiye almış olurlar. Ayrıca, güneş ve aya bakarak havanın nasıl olacağını anlamak da mümkündür. Örneğin, güneş batarken çevresinin kırmızımsı olması gökyüzünün açık ve pembemsi görünmesi ertesi gün için iyi bir havaya işarettir.
Eğer güneşin çevresi sarı ise, yağışa, açık pembe ise rüzgâr eseceğine işarettir.
Güneş doğarken ise, çevresi dumanlı ve hafif bulutlu ise rüzgâra, fazla dumanlı ve bulutlu ise fırtınaya, güneşin çevresi kırmızı renk ise yağmura ve rüzgâra işarettir.
Ay doğarken, çevresi kırmızı renkte ise yağmura ve rüzgâra, donuk renkli ise yağmura, çeşitli renkler arasında boğulmuş ise kuvvetli fırtınaya işaret eder.
Çiğ yağması, sis olmasına, açık ve berrak, yıldızlı geceler ertesi gün için iyi havaya, denizin renginin maviden koyu laciverte, ya da yeşile, siyaha dönüşmesi fırtınaya, martıların akşam üstü telaşlı uçmaları ve durmaksızın bağırmaları havanın sertleşeceğine işarettir.
Sabahları keşişlemeden esen rüzgâr, öğleden sonra çok sıcak havanın ve onun ardından da kısa süren bir boranın habercisidir.

RÜZGÂRLARIN ANLAMI
Anlattığımız bilgilerin ışığı altında hangi rüzgarın estiğini anlamak kolaydır.
Bu yönler bulunduktan sonra esen rüzgarın estiği yönü bayrak veya flamalara, çıkan dumanların yönüne bakarak bulabilirsiniz. Bu işaretlerin hiçbirisi yoksa, ıslatılan bir parmak havaya tutularak rüzgarın nereden estiği kolayca anlaşılır. Çünkü ıslak parmak rüzgara karşı hassastır.
ANA YÖNLER
GÜNDOĞUSU: Doğudan esen rüzgardır. Denizde tehlike yaratmaz. Ancak balıkçılık açısından kötü bir rüzgardır. Ani ısı değişiklikleri yaptığından balıklar bu rüzgar estiğinde gezindikleri suları terk ederler. Onun için işte balıkçılar (her şeyin doğrusunu severim, gündoğrusunu sevmem) derler.
BATI: Batıdan esen rüzgardır. Buna günindi de denir. Kaçak bir havadır. Lodostan poyraza geçerken olur. Yapacağı kaçak ve kötü havanın süresi bilinemez.
KIBLE: Sert rüzgarı olan bir havadır. Ne var ki yapacağı hava bilinir.
YILDIZ: Meltem niteliğinde denizden kıyıya esen bir havadır.
KARAYEL: Yıldız ile batı arasında esen rüzgârdır. Daha çok geceleri ve karadan denize eser. Estiğinde sıcaklığın düşeceği ve kar yağışı geleceği anlaşılır.
LODOS: Kıble ile batı arasından eser. Estiğinde, sıcaklığın artacağı ve yağış olacağı anlaşılır. Denizi alt üst eder. Balığa çıkılamaz. Bir diğer adı da bozyeldir. Lodosun arkasından genellikle poyraz eser.
POYRAZ: Yıldız ile gündoğrusu arasından, daha çok kışın eser. Orta karar bir havadır, başka bir havaya dönüşmez, balıkçılar için en sağlam hava olarak kabul edilir. Sıcaklık düşer. Halk arasında ayaz denilen soğuklar olur. Poyrazın arkasından da genellikle lodos eser. Balıkçılar, poyrazın kıçı lodos, tur, lodosun kıçı da poyrazdır derler.
KEŞİŞLEME: Kıble ile gündoğrusu arasında esen bir rüzgardır. Bu adın verilmesinin nedeni, İstanbul’a göre Uludağ kıble ile gündoğrusu arasındadır. Uludağın eski adı ise Keşiş dağıdır. Rüzgar da buradan estiği için bu rüzgara keşişleme denmiştir.
Güneyde keşişlemeye güneydoğu rüzgarı da denir. Keşişleme günlerinde sabahtan keşişleme eserse, öğlenden sonra boğucu bir sıcak yapar, bunun arkasından da genellikle boraya kadar varabilen tehlikeli denizler oluşur. Keşişlemeye Akyel de denir.
Bu rüzgârların arasında kalan ve anayön ile ikincil (feri) yönler arasından esen rüzgârlar da estikleri yönlerin ortak adını alarak anılırlar.
Yıldızkarayel, yıldızpoyraz, gündoğrusupoyraz, gündoğrusukeşişleme, kıblekeşişleme, kıblelodos, batılodos, batıkarayel bu rüzgârlardandır.
Ancak, kerte denilen bu rüzgârları amatörlerin ayırt etmesi çok zordur. Pek de gerekmez. Çünkü arasında kaldığı rüzgârların ortak özelliklerini taşır. Bu rüzgarların dışında latif rüzgar niteliğinde olan ve ülkemizde daha çok Akdeniz bölgelerinde esen iki yaz rüzgarı vardır. Bunlardan İmbat güney batıdan, denizden karaya eser. Deniz ile karanın farklı ısınıp soğumasından oluşur. İzmir yöreleri için özel bir rüzgardır. Gene deniz ve karanın farklı ısınıp soğuması nedeni ile karadan denize esen rüzgara da Meltem denir. Her iki rüzgar da şiirlere, romanlara konu olmuştur, isim olarak da kullanılmaktadırlar.

FIRTINA TAKVİMİ ÜZERİNE
Genel takvimlerimizde meşhur sayılı günler genellikle güneşin burç değiştirmesi ile meydana gelen hava değişikliklerini gösteren bir takım günlerdir. Eski takvime göre bir yıl iki bölüme ayrılır.
Birinci bölüm ' Kasım Günleri ' ismini alır ve 180 gün olarak kabul edilir. 8 Kasım' da başlar. 5 Mayıs' ta sona erer.
İkinci bölüm ise, ' Hızır Günleri ' olarak atlandırılır ve 186 gün olarak hesaplanır. 6 Mayıs günü başlar. 7 Kasım günü sona erer. Baharın gelişi, eski takvime göre ' Kasım Günleri ' içinde üç merhalede gerçekleşir. Bu aşamaların her birinde gökten ' Cemre ' düştüğüne inanılır.
CEMRE: Arapça bir kelime olup, ' Ateş Halinde Kömür ' manasındadır. Şubat ayında yavaş yavaş artan hava sıcaklığının sebebi olarak bilinen hayali bir olaydır.
Birinci Cemre ; Kasım Günleri' nin 105. günü yani 20 Şubat günü havaya düştüğü,
İkinci Cemre; Kasım Günleri' nin 112. günü. Yani 26-27 Şubat günlerinde suya düştüğü,
Üçüncü Cemre; Kasım Günleri'nin 119. gün yani 4-5 Mart tarihlerinde toprağa düştüğü kabul edilir.
Cemre, bu evreleri tamamlayıp toprağa düştükten sonra artık kış mevsiminin kesin olarak sona erdiği ve baharın başladığı varsayılır. Artık bu tarihten itibaren kalıcı soğuklar olmaz. Hatta kar yağsa bile hiçbir şekilde tutmaz.
Diğer sayılı günleri de şöyle sıralayabiliriz.
MART DOKUZU: 22 MART
Rumi Mart' ın dokuzunda başlar, birkaç gün sürer. Gece ile gündüz eşittir. Hava sıcaklığının sıfırın altında 20-25 dereceye kadar düştüğü görülmüştür.
Güneş ' Hamel ' (Koç) burcuna girer. Don ve kar fırtınası olabilir. Şıvgın denilen sulu kar yağar. Mart dokuzundan 150 gün önce yani 9-12 Teşrinievvel günlerinde koyuna koç katılır ve böylece davarın kuzulaması bu soğuk günden sonraya rastlatılır.
DOKUZUN DOKUZU: 22-31 MART
Mart' ın (Azer) 9-18' i arasındaki günlerdir. Fırtına, kar yağışı ve soğuk yapar. Yeni uyanan ağaçlara ve oğlaklara zarar verebilir.
MART OTUZU: 13-14 NİSAN
Baharın girdiği günlerdir. Fırtına yapabilir. Halk arasında; ' Mart Dokuzu, Dokuzunun Dokuzu, o da olmazsa otuzu ' sözü ile sayılı günlerden kabul edilir.
APRIL BEŞİ: 18 NİSAN
Rumi Takvim' in beşine rastlayan bu günde ' Camız Kıran Fırtınası ' olur. Bu sebepten hayvanlar ahırdan dışarı çıkarılmaz. Halk arasında ' Kork aprılın beşinden, camızı ayırır eşinden hele hele on beşinden ' sözleri ile bu günün tehlikesi belirtilir. Bu en önemli sayılı günde kar yağabilir. Keskin poyraz eser, dolu yağarsa yeni uyanmaya başlayan ağaçları soğuk alır. Özellikle kayısı, badem ve kiraz çok etkilenir.
Yine halk arasında;
"Aprıl apışır dudak yere yapışır"' veya "Aprıl beşinde tohum ya elde olmalı yada yerde olmalı" derler. Çünkü önceden ekilmiş ve filizlenmişse muhakkak soğuk alır.
APRIL BEŞİNİN BEŞİ: 18-23 NİSAN
Fırtına olursa da Aprıl beşi kadar zarar vermez. Bir ölçüde soğuk yapabilir. Hatta kar yağabilir.
SİTTE-İ SEVR: 21-26 NİSAN
Güneşin Sevr (Boğa) burcunda bulunduğu Nisan ayında, fırtınaları ile meşhur olan altı gündür.
HIZIR-İLYAS (HIDIRELLEZ) : 6 MAYIS
Rumi 23-24 Nisan gününe rastlar. Baharın başladığı gün olarak kırlara gidilir. Dazdazlar kurulur. Anadolu da her yörenin adetlerine göre bir çok eğlenceler düzenlenir.
ENGİR KIRAN FIRTINASI: 20 MAYIS
Rumi mayısın haftasında olur. Güneş ' Cevza ' (İkizler) burcuna girer. Şiddetli rüzgar eser, ağaç dalları, üzüm engirleri ve bilhassa aşı sürgünleri zarar görür. Hava iyi iken birden bozar. Yağmur veya kar yağabilir.
Türkmenlerin ' Karıyı Kazana Tıkan Fırtınası ' dedikleri bu gün için, Mahalli çevrelerde ' Havada bulut yok, Göstere' yi sel aldı ' tekellemesi söylenir.
BAĞLARA GÖÇME ZAMANI: 28 MAYIS- 28 HAZİRAN
Rumi 15 Mayıs ile 15 Haziran arasında bağcılar şehire mafracı kayıp bağa göçerler.
GÜN DÖNÜMÜ: 22-25 HAZİRAN
Rumi Haziran' ın 9-12. günlerine rastlayan zamandır. Güneşin ' Seretan ' (Yengeç) burcuna girdiği bu günde çok şiddetli yağmurlar yağar, sel seylan olur. Bazen de kırcı yağabilir.
YANAR: 1-8 AĞUSTOS
Rumi Temmuz' un 19-26. günleri arasındadır. Senenin en sıcak günleridir. Takvimlerde ' Eyyam-ı Bahur ' (çok sıcak günler) olarak geçer. Kumsal bağlarda yalın ayak gezilemez. Yanar günlerine kadar sıcak olursa arkasından gelen kışında o derecede soğuk olacağına inanılır. Bu günlerde derede, ırmakta veya göllerde yıkanmak uğursuzluk sayılır. Ayrıca yıkananların vücutlarında alaca benekler oluşur.
ÇIRA: 31 AĞUSTOS
Rumi Ağustos'un (Ab.) 18. günüdür. Bu günlerde üzümler olgunlaşır. Takriben bir hafta sonra bağ bozulur. 15 gün sonrada cevizler çırpılır. Bu günden sonra geceleri havalar serinlemeye başlar bağcılar şehire inmeye başlarlar ufak tefek fırtınalar olur. Bazen yağmur yağabilir. Çiftçiler bu aya ' Sağır Ay ' derler. Çıra, yazla güzün ortak günleridir.
"Çıra yanmayınca ceviz mi kavlar, ciğer yanmayınca gözler mi ağlar"
Çıra kelimesinin eskiden Kayserili Hıristiyanların Erciyes eteklerine ve Ali Dağı' na çıkarak çıra yakıp ayin yapmalarından kaldığını söyleyenler vardır. Rumlar' da bu günde ' Yuvanis Bodurumus ' ismi ile Hazreti Yahya' yı anmaktadırlar.
KÜÇÜK MİHR-CAN (Mihrigan) : 7-8 EYLÜL
Farsça sonbahar anlamına gelir. Eski İranlılar' ın iki büyük bayramından birisinin adı olup, yedinci güneş ayının onaltıncı gününe rastlar. Altı gün devam eder. Feridun' un Dahhak' ı yendiği gündür. Çıradan bir hafta sonraki sayılı gündür. Bir-İki gün devam eder. Yazın son fırtınasıdır. Soğuk rüzgarlar eser. Patlıcan, domates ve bostanları soğuk alır. Sabahları çığ düşer, sis olur. Elmalar bu günlerde toplanır. Mihrican soğukları henüz kış ortamına girmeye hazırlıklı olmayan halkı birden etkilediğinden türkülere bile girmiştir.
Hizmeti der güzel sevmek sevaptır , Akil isen düşünerek cevap ver
Düşün, evvel-ahir yerin türaptır , Bir gün olur Mihrican' a uğrarsın
Aslın bir menidir mağrurlanmak nene , Senden evvelki gelenleri dinle
Mağrurlanma hüsn-i cemaline , Bir gün olur Mihrican' a uğrarsın.
BÜYÜK MİHR-CAN (Mihrigan) : 15 EYLÜL
Küçükten bir hafta sonra başlar güzün ilk haftasıdır. Güneş Mizan (Terazi) burcuna girer.
HAÇ: 22 EYLÜL
Büyük Mihrican' dan bir hafta sonra gelen fırtınalı bir gündür. Bağcılar bu günlerde bağdan şehire göçerler. Devamsız soğuk yapar. ' Kestane Karası ve Turna Geçimi ' fırtınaları bu günlerde olur.
PASTIRMA YAZI: 13 EYLÜL-13 EKİM
Eski takvime göre Rumi Eylül ve 1. Teşrin aylarındaki günlerdir. Havalar ısınır. Bu sebeple bu günlere ' Fukara Yazı ' da denir. Henüz mangallar yanmaz.
KOÇ KATIMI: 22-24 EYLÜL
Genellikle Rumi 15 Eylül' den sonra Koç Katımı yapılmakla beraber, 150 gün süren gebelik sonunda kuzulama günü ' Mart 9 ' soğuğundan sonraya rastlamak için Rumi 9-11 Teşrin-i Evvel günlerinde uygulanır.
AĞAÇ BUDAMASI YAPILMAYAN GÜNLER: 13 KASIM
13 Kasım' dan 58 gün evvelden başlayarak 58 gün sonraya kadar budama yapılmaz.
AĞAÇLARIN SUYUNUN ÇEKİLMESİ: 27 KASIM
Rumi 14 Teşrin-i Sani gününden itibaren ağaçların suları çekilir ve bu günden itibaren ağaç fidesi dikilebilir, nakil yapılabilir.
PASTIRMA SICAĞI: ARALIK AYININ İLK VE İKİNCİ HAFTASI
II. Teşrin-i nin son haftası ile I. Kanun' un ilk haftası arasındaki günlerdir. Hava sıcaklığı gündüzleri 15 dereceyi geçer. Pastırmalar bu günlerde kurutulur.
GÜN DÖNÜMÜ: 23 ARALIK
Kara kışta yani, I. Kanun' un, onuna rastlar. Güneş ' Cedy ' (oğlak) burcuna girer. Yağmur hatta kar yağar, soğuk artar sabahları don ve buzlanma olur. Hamsin başlangıcıdır. (50 günlük başlangıcı)
YANARIN YAMACI: 1- 9 ŞUBAT
Rumi II. Kanun' un 19-26. günleri arasındaki zamandır. Kışın en soğuk günleridir. Bu günlerde hamama gidilmez. Gidenlerin ciltlerinde alaca lekeler olabilir. Burç olarak ' Hamsin ' bitimidir. Yani 50 günlük kışın sonudur.
OCAK
02 Ocak - Fırtına (3 gün)
08 Ocak - Zemheri fırtınası
14 Ocak - Karakancalos fırtınası
17 Ocak – Fırtına
18 Ocak- Fırtına
23 Ocak - Fırtına
25 Ocak - Kışın şiddeti
28-Ocak - Ayandon fırtınası
30 Ocak - Zemherinin sonu
31 Ocak - Balık fırtınası
ŞUBAT
01 Şubat - Hamsin fırtınası (üç gün)
05 Şubat - Fırtına
11 Şubat - Fırtına (3 gün)
20 Şubat - 1. cemre (havaya)
27 Şubat - 2. cemre (suya)
MART
06 Mart - 3. cemre (toprağa)
11 Mart - Kocakarı soğukları
12 Mart - Husum fırtınası
15 Mart - Fırtına
24 Mart - Kozkavuran fırtınası
26 Mart - Çaylak fırtınası
29 Mart - Fırtına
NİSAN
01 Nisan- Fırtına
08 Nisan - Kırlangıç fırtınası
11 Nisan - Fırtına (Leyleklerin gelmesi)
16 - 18 Nisan - Kuğu (Sitte-i Sevir) fırtınası
21 Nisan- Fırtına
29 Nisan - Fırtına (3 gün)
MAYIS
04 Mayıs - Çiçek fırtınası
08 Mayıs - Fırtına (Doğu rüzgârları)
13 Mayıs - Fırtına
16 Mayıs - Filizkıran fırtınası
19-21 Mayıs - Kakulya fırtınası
22 Mayıs - Ülker fırtınası
30-31 Mayıs- Çabak meltemi
HAZİRAN
03 Haziran - Fırtına (3 gün)
10-12 Haziran - Ülker doğumu fırtınası
22 Haziran - Gündönümü fırtınası
27-28 Haziran - Kızıl erik fırtınası
TEMMUZ
1 Temmuz - Yaprak fırtınası
06Temmuz- Fırtına (2 gün)
11 Temmuz - Çark dönümü fırtınası
16 Temmuz - Fırtına (2 gün)
22 Temmuz - Kara erik fırtınası
30 Temmuz - Kızıl erik fırtınası
AĞUSTOS
12 Ağustos - Fırtına
16 Ağustos - Fırtına
19 Ağustos - Leyleklerin dönüşü
22 Ağustos - Çaylak fırtınası
31 Ağustos - Mercan fırtınası
EYLÜL
07 Eylül - Bıldırcın geçimi fırtınası
13 Eylül - Çaylak fırtınası (mükerrer)
19 Eylül - Fırtına
25 Eylül - Kestane kırası fırtınası
30 Eylül - Turna geçimi fırtınası
EKİM
03 Ekim - Kuş geçimi fırtınası
04 Ekim - Koç katımı fırtınası
14 Ekim - Meryem Ana fırtınası
18 Ekim - Kırlangıç fırtınası
21 Ekim - Bağbozumu fırtınası
28 Ekim - Balık fırtınası
KASIM
02 Kasım - Kuş geçimi fırtınası (mükerrer)
07 Kasım - Kasım fırtınası
12 Kasım - Lodos fırtınası
17 Kasım - Koç katımı (mükerrer)
24 Kasım - Güney rüzgârları
28 Kasım - Ülker dönümü fırtınası
ARALIK
06 Aralık - Kuzey rüzgârları
10-11 Aralık - Kara kış fırtınası
15 Aralık - Fırtına (2 gün)
18/19 Aralık - Gündönümü (Zemheri) fırtınası
28/29 Aralık - Fırtına

Saygı Sevgi ve Selametle

Sayhadergi ve anonim bilgilerden derlemedir.

27 Kasım 2016 Pazar

Atasozleri...


* Parasız adam yelkensiz tekneye benzer.
* Üç tür insan vardır: Hayatta olanlar, ölü olanlar ve denizde olanlar…
* Eski teknenin tahtasından yeni tekne yapılmaz.
* Tanrı denizcilere yardım eder ancak kaptan hala dümende olmalıdır.
* Yeni tekne eski kayalıkları bulur.
* En iyi kaptanlar hep karadadır.
* Kötü şeyler denizde olur.
* Bazen deniz kıyı olur, bazen de deniz kıyı.
* Kumsaldaki tekne denizdeki deniz fenerine benzer.
* Goge direk, Denize kapak olmaz.
* Limanın nerede olduğunu bilmeyen denizci için rüzgârın nereden estiği fark etmez.
* Yelken insan yapısı, gücü ise ilahidir.
* Durgun denizler, yetenekli denizciler yetiştirmez…
* Kıyıya yakın da olsanız halen denizdesiniz.
* Su balıksız yapabilir ama balık susuz yapamaz.
* Sular yükselirse, teknede yükselir.
* Gemi battıktan sonra ne yapılacağını söyleyen çok olur.
* Bir istiridye kabuğu ile bütün denizi kaldıramazsınız.
* Nerede balık varsa orada su da vardır.
* Suya dalan her şey denizkızı değildir.
* Suya düştüyseniz artık sudan korkmanıza gerek yoktur.
* Deniz sakin olduğunda her gemide iyi bir kaptan vardır.
* Her fırtına için bir liman vardır.
* Denizcilikte kazayı önlemek yaraları sarmaktan iyidir.
* Halat bağlayamıyorsanız, en iyisi siz kravat bağlayın.
* Deniz yanlış yaptığınız her şeyi bulur.
* Teknedekiler gökyüzüne bakarken, karadakiler yere bakarlar.
* Sadece yolcular ve aptallar seyirde içerler.
* Kötü bir fırtınada da olsan ufukta hala güneşi görebilirsin.
* En iyi sintine pompası elinde kova olan korkmuş bir adamdır.
* Zaman ve Gelgit kimseyi beklemez.
* Titanic’i profesyoneller, Nuh’un gemisini amatörler yaptı.


AMATÖR DENİZCİLİK ÜSTÜNE BİR DENEME



           Bu yazıyı yazmama neden olan Ersin Böke’nin Göçmüş Denizcilerin Nefesleri başlıklı yazısı. O yazıyı severim. Samimi bir yazı olduğundan masal gibi gelir bana. İmla hatalarını bile görmem.
            
       Sıradan bir Avrupalı gezginin yazdığı yazıların tınısını taşır. Geçmişle bugün, bugün ile gelecek arasında kurulan öznel duyguları anlatır. Hem bireyseldir, hem de bir kültüre aittir.
            
       “Hem de bir kültüre aittir” dediğim zaman, bu yazıyı , Böke’nin öznel alanından çıkartıp, bir başka alana taşımış oluyorum; Bir “kültür” e,  Denizcilik Kültürü’ne. Ayrıca bir başka “özne”likten söz etmiş oluyorum; Denizci "özne"den!
            
     Kültür, Fransızca’dan Türkçemize geçmiş bir sözcük. Daha çok “bir şeyleri ekmek, üretmek”’ten türetilmiş. Arapça karşılığı “Hars” ‘tarla sürmek’ anlamına geliyor. Türk Dili Kurumu, Türkçe olarak “Ekin” sözcüğünü önermiş.
            
         Kültür, en geniş anlamıyla, “özgül bir grubun yaşam tarzını oluşturan değerler, adetler, inançlar ve pratikler bileşiğidir”. Denizcilik Kültürü dediğim zaman, frengi deliğinden, İskeleden, doklardan, halat vermekten ,, “ denize ekmek atmaktan , “apazdan” “İlyas’tan” ve “helesa yessa” dan da söz etmiş olurum. Bir dilin, kültürün içine girmiş olurum. Bir dilin içine girmek demek, onun içinde düşünmek, ona ait olmak demektir. Bir dili, ancak o dilde düş görüyorsanız öğrenmiş olduğunuz söylenir. Bir yandan da hangi dilde düşünürseniz o dilin kültürünün egemenliği altındasınızdır. Ama  bu durum bazen, garip sonuçlar da doğurabilir. Türkçe bilmeyen Türk kökenli biri Almanca düş görüp, ailesinin görenekleri nedeniyle yarı Alman yarı Türk gibi de davranabilir. Genellikle herhangi bir yere ait hissedemez kendini. Her yerde her şekilde yabancıdır. Bir Alman için Türk, Bir Türk için Alman. Buna da kozmopolit denir. Terry Eagleton bir yerlerde, “göçmen evine dönemez, kozmopolitin dönecek evi yoktur” demişti.
            
          Ben Türk denizciliğini buna benzetiyorum. Kozmopolit. Biz  denizcilik dilini öğreniyor, ama onun içine giremiyoruz. Almanca düş gören üçüncü kuşak Türkler gibiyiz.  Denizle doğrudan ilişki kuranlar için karacı, karadakiler için denizci. Her nereye gidersek sahiden onlar gibi değiliz.
          
        Pek azımız  bir teknenin inşasına tanık olur, balıkçılarla hasbıhal etmekten veya ahbaplık kurmaktan çekinmez. Ailece ilişkileri kuranların sayısı ise bir elin parmaklarını geçmez.
     
      Her nasılsa edinilmiş bir asilzadelikle, denizden ekmeğini çıkaran ve dolayısıyla denizle doğrudan bir üretim ilişkisinin içinde olan, bu ilişkinin geliştirdiği bir dile sahip ve bu nedenle de bir kültür yaratan deniz emekçilerine uzak duruyor, burunluyoruz. Dokların gürültüsünü çekmeden insanların neden kendi teknelerini yapmadıklarını sorguluyoruz. Oysa buralar, ekinin ekildiği yani kültürün yaratıldığı yerlerdir bana göre.  
  
          Marina kültürü ile denizde olmanın, bağlanacak iyi restoran arayışı ile deniz kültürünün bağını kurmaya çalışıyoruz ve teknelerimizdeki elektroniğe harcadığımız zihinsel emek, doğru trime yönelen bedensel emeğimizden kat kat fazla. Bursa demeden Bravo’yu öğreniyoruz. Çoğu tekne sahibi, tekne sahibi olmayı sosyal bir ilişki türü olarak görüyor.

             Bu durum, ancak, kozmopolit bir kültür yaratabilir. Amatör denizcilikte kozmopolit kültür, kendisini yarışlarda ve iyi içki tariflerinde açığa çıkarır. Gerçi bu durum, çağımızın kültür anlayışına da ters düşmez. Zira bugünlerde “ Fransız felsefesine duyulan ilgi, yerini Fransız öpücüğüne gösterilen teveccühe bıraktı”.(Eagleton, Kuramdan Sonra).

            Marinaların Deniz Kültürüne sahip ülkelerin amatör denizcilerine yapacağı kültürel etkiyle, bizdeki etki bir ve aynı olamaz. Oralarda amatör denizcilik, bir üretim ilişkisinin, sermayenin birikmesiyle hobi haline gelmesi iken, bizdeki ilişki, sermayenin birikmesi ile yapacak iş bulamayan burjuvanın sonradan edindiği hobisi şeklinde tezahür eder. İlki, o dilin, kültürün içinden geldiğinden bu uğraşın olabilecek bütün değerleri ile barışıktır ve geçmiş denizcileri anma gereği duyar.  İkinci sözü edilen tip ise, boş zamanı değerlendirmenin çoğu kere bir maden işçiliği kadar yorucu olduğundan habersizdir. Biri teknesinin boyu ile uğraşırken diğeri işlevine bakar.

            Kuşkusuz ve tabii ki, denizci ülkelerde de marina yaşam biçimi belirli bir dönüşüme yol açacaktır veya açmıştır. Ama hiç olmazsa bir tarihleri var. Ve tarih dediğimiz  şey o ya da bu şekilde ruhunu daha sonraki kuşaklara aktarır.

            Bizde, balıkçı barınaklarına, limanlara, doklara hiç uğramadan marinalarda veya yalnızca amatör denizcilerin bağlandığı barınaklarda yeşeren amatör denizciliğin tarihi köklü ve kudretli değildir. Şimdinin amatör denizcileri olan bizlerin geleceğe aktaracak ve sürekli iyiye evrilebilecek bir kültürü olmaması tehlikesi ile karşı karşıyayız. Anlatacak çok az şeyimiz var.

            Eğer şimdiden belirli önlemleri almazsak, küçük bir meltem esintisi olarak etrafımızda dönüp duran denize ait az ya da çok kültürel mirasımız yok olup gidecek, kısa sürede sonradan görme arabesk yaşam tarzına dönecek. Barbey d’Aurevilly’den yapılan şu alıntı kültürel yapıların nasıl hızla dağılabileceğini göstermesi açısından çok çarpıcı;

            “Herculaneum, küllerin altından yeniden çıkarılabildi; ama birkaç yıl, bir kentin örf ve adetlerini bütün yanardağların küllerinden çok daha iyi gömer” ( Aktaran, Benjamin, Pasajlar,syf 184,YKY yayınları,2014)

            Bu tehlikeyi görmezden geldiğimizde, W. Benjamin’in şahane anlatımıyla söylersek çocuklarımıza “ Tarihselciliğin umumhanesinde ‘bir zamanlar’ adlı fahişeyle günümüzü gün ettiğimiz” ve toplumsal olarak hiçbir yararı olmayan günleri anlatma durumunda kalabileceğiz:“Sadun Boro ile yürüyüş yaptım”, “Atasoy ile kahve içtim”.

            Bu minvalde ben, deniz emekçilerinden kopuk bir amatör denizciliğin hiçbir şekilde tarih için anlam ifade eden bir kültür yaratamayacağını düşünüyorum. Çünkü elimizde birkaç saygı değer istisnayı bir kenara bırakacak olursak “kültür” olarak dayanacağımız başka hiçbir şey yok.

            Hem Zulu ne ya?