2 Aralık 2016 Cuma

REDAKTÖR'ÜN YAZISININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ.. 

Heyamola diyelim tüm dostlara ve söze öyle girelim.. 

Redaktör yine güzel bir yazı yazmış. Dostumun bu yazılarını okurken hep bir suçluluk duygusu oluşuyor bende.  Hani ilkokulda ödevini yapmamış bir tembel öğrencinin , diğer çalışkan ve verilen ödevi yanıtlamak isteyen öğrencilerin sabırsızca "örtmenim .. örtmenim" diye kaldırdıkları parmakların arkasına saklanmaya çalışması gibi. 

Bu redaktör , biz sağda solda sürter , gezer tozarken üşenmemiş ,sıkılmamış ve bir kütüphane dolusu kitabı bir obez edası ile beynine indirmiş gibidir sanki. Bu okuduğu kitapların yazarlarını ve tezlerini analiz etmek ile kalmaz bunları hayalinde tezleri doğrultusunda tartıştırır da.. 

Dolayısı ile bu adam ile konuşurken ya da yazışırken hiç bir zaman sadece kendisi ile tartışıyor olarak hissetmezsiniz kendinizi. Tanımadığınız, bilmediğiniz oysa felsefe dünyasının pop starı olan bu eski ve yeni yazar ya da  düşünürler de arada tartışmaya katılır, ayar verirler size.. 

Artık cahil cesareti mi diyelim , yoksa  şu dayak manyağı olmuş " Avanak Avni " ruhumu diyelim bilemedim , okuduklarımızdan bizde kalan üç kuruşluk bilgiye dayanarak bir eleştiri yazısı yazalım bakalım. 

Ne demiş redaktör bir hatırlayalım.

 Oralarda amatör denizcilik, bir üretim ilişkisinin, sermayenin birikmesiyle hobi haline gelmesi iken, bizdeki ilişki, sermayenin birikmesi ile yapacak iş bulamayan burjuvanın sonradan edindiği hobisi şeklinde tezahür eder. İlki, o dilin, kültürün içinden geldiğinden bu uğraşın olabilecek bütün değerleri ile barışıktır ve geçmiş denizcileri anma gereği duyar.  İkinci sözü edilen tip ise, boş zamanı değerlendirmenin çoğu kere bir maden işçiliği kadar yorucu olduğundan habersizdir. Biri teknesinin boyu ile uğraşırken diğeri işlevine bakar.

Bence gerçek durum pek böyle değil. Yazı böyle alıntılar ile başladı ve bu çok hoş bir başlangıç olmadı gerçi ama bizim de oyuna süreceğimiz böyle bir iki yazar var canım.. 

Şimdi efendim, Meşhur " Hand , Reef and Steer Traditional sailing skills for classic boats" kitabının yazarı Tom Cunliffe bakınız ön sözünde ne yazmış. Gerçi O 'da görüşlerini pekiştirmek adına dünyayı küçük bir yelkenli ile ilk dönenlerden Conor O 'Brien 'den bir alıntı yapmış. 

O'Brien, neredeyse 100 yıl önceden meşhur İngiliz İş teknelerini kullanan denizciler ve bu tekneleri yapanlar ile ilgili şu tespitte bulunmuş. 

" BU tekneler.. fakir adamların fakir adamlar için yaptıkları teknelerdi ,  Sefalet , yokluk , bilgisizlik ve önyargıların kurbanı olan bu fakir adamlar  yine de denizin sofistike felsefesini bilen denizcilerdi " 

diyor.  İşte bunlar tam da bizim Redaktör'ün anlatmaya çalıştığı denizci ulusların emekçileri idiler. 

Oysa tarih pek öyle yazılmadı.  Sanayi devrimi , bir çok eski değeri de yerle bir etti. Geçtiğimiz yüzyılın başında teknelere motor takılması ile birlikte binlerce yıllık, nice deneyimler ile elde edilmiş yelkenli tekne teknolojisi de terk edildi. 

Gerçi bu başkaca bir tartışma konusu ancak konumuz bu değil. Denizci uluslar olarak bilinen bu uluslar da 1930 dan sonra beliren ancak 1950 ler de iyice hızlanan " yacht club "  yelkenciliğinin bu eski denizciler ile ilişkileri incelendiğinde bunların köklerinin eski deniz emekçilerine dayandırılması ne kadar doğrudur.? 

Zenginleşen ancak sonradan görme orta sınıfa karşı zengin seçkinlerin bir tepkisi olarak ortaya çıkmış olmasın sakın. ?  

Günümüzün modern yatçılığının , bizdeki popüler tarif ile amatör denizciliğin kökleri için öyle çok derine gitmeye gerek yok kanımca.  Readaktörün öne sürdüğü gibi bu kökler ne yazık ki öyle deniz emekçilerine kadar gitmiyor. Tam tersine tamamen "yacht club " kültürü temel oluşturuyor aslında. 

Nitekim, bu yüzden de mümkün olduğunca rüzgara daha dar açı ile ve daha hızlı gitmeye çalışan , mevcut vahşi kapitalist hedefler ile birebir uyumlu yelkenliler ve tekneler üretiliyor artık. 

Kimi lüksleri modern sananları kırmamak için " modern " diyelim haydi. Oysa yüz yıl öncesi yelken teknolojisine ve aslında daha da önemlisi felsefesine göre taş devrinden kalma , ilkel , bir anlamda " modern " olarak sunulan lüks ancak gereksiz teknoloji için hadım edilmiş olan koca koca şeyler dolaşıyor denizlerde. 

Hayal etmek ve ne yazık ki asla gerçek olamayacak hayallerin peşinden koşmak sanırım kimi zaman sanal bir gerçekliğe dönüşüyor zamanla. 

Sevgili redaktörün yazmış olduğu bu güzel yazı için söylenebilecek tek şey " keşke öyle olsaydı " dedirtiyor bana sadece.. 

ve evet.. 

Keşke öyle olsaydı redaktör.. Keşke.. 

Ersin Böke 

1 Aralık 2016 Perşembe

HATIRLATMA



Blog’un ”İlkelerimiz” bölümünü okumadı iseniz şöyle başlar ;

Merhaba,
Bu blogtaki yazarlar, öylesine sıradan amatörlerdir. Kimi iki üç yıldır kimi iki üç kuşaktır  pek de akıl sır erdirelemeyecek şekilde deniz humması şiirinde anlatıldığı tarzda denizlerle, rüzgarlarla oynaşmaktan, hasbıhal etmekten haz eden, dünyanın binbir hali arasında uykuya dalarken “bir gemici masalı” dinlemek isteyen, deniz hülyası gören kişilerdir. Hal böyle olunca, hülyalarda yaşayan kişilerin fikirlerine nasıl güvenilmezse, burada yazanların da aktardıklarına bir başvuru kaynağı olarak bakılamaz. Zaten burada yazanlar da bizim söylediklerimiz doğru gerisi yalan diyen kişilerden değildir. Aynı şekilde düşünen ve denizi tekneyi bu şekilde yaşayan herkese kapıları ardına kadar açıktır……..”

İşte tam da burada yazıldığı gibi bizler amatörleriz, bilgilerimiz, tecrübelerimiz, öğrendiklerimiz ya bir yerlerden okuyarak, dinleyerek yada yaşayarak bize dahil olanlardır. Farklı tecrübeleri olan bir çok insandan, çeşitli mecralardan paylaştıklarından, onlara sorarak ve tabii ki esas okul olan denizlerde pekiştirerek öğrendik. Hiç birimiz tam değiliz, öğrenmeye devam ediyoruz, bunun içinde bir devirdaim olmasına inananlardanım. Konfüçyus’un dediği gibi “Bende bir yumurta var. Sende bir yumurta var. Eğer, sen bana bir yumurta verirsen, ben sana bir yumurta verirsem, yine sende bir yumurta bende bir yumurta olur. Şayet, sende bir bilgi var,bende bir bilgi var,ben sana bir bilgi verirsem, sen bana bir bilgi verirsen, sende iki bilgi, bende iki bilgi olur.”
Bunu söylediğimde bazı dostlar benimle hem fikir olmuyorlar ama bilginin parayla satılmasına karşıyım. İyi ki öyle ya da böyle denizciliğin içinde olan karşılıksız yardımseverliği bir çok denizcide görebilirsiniz. Her gün aramıza yeni denizci adayları ve denizciler katılıyor, “Faydalı bir bilgisini paylaşmayan birisi ile ekmeğini paylaşmayan arasında fark yoktur” düşüncesinden yola çıkarak, tamamen amatörce, bazen beceriksizce bazen eksik hatta hatalı paylaşımlarımız olabilir.
Umarım ki sizlerde bilginizi bizlerle paylaşmayı, sohbet ortamında yeni bir şeyleri öğrenmeyi ya da yanlış bildiklerimizi düzeltme çabalarımızda beraber olursunuz.
Bu blogtaki kapılar, gönlünde deniz sevdası olan ve paylaşmaktan zevk alan, öğrenerek bir başkasının da öğrenmesine vesile olmak isteyen herkese sonuna kadar açıktır.
Bekleriz.
Heyamola 
Sevgi Saygı ve Selametle.

TUTYA NE MENEM BİR ŞEYDİR ? NEDEN ÇİNKO ? KOROZYONA KARŞI NE YAPILABİLİR ?




Tutya, en basit anlatımı ile, teknelerimizin metal kısımlarının korozyona uğramasını engelleyen anot'tur.

Farklı türden metallerin bir araya gelip, birbirlerine temas etmeleri sonucunda, fiziksel olmayan, tamamen elektrokimyasal sebepler ile metaller özelliklerini kaybeder ve yok olmaya başlarlar. Örneğin kullandığımız krom vida, perçin ya da aksesuarların temas ettiği , alüminyum ile kromun birleştiği yerde görebilirsiniz. İki farklı metalin birleştiği yerde korozyona uğrayacak olan metal daha aktif olandır. Bu durumdan kurtulmanın yolu iki metal arasına iletken olmayan (teflon, polietilen, plastik) conta kullanmaktır.

Dediğimiz gibi, daha aktif olan metal korozyona uğrayacaktır. Tuzlu su iletken olduğu için etrafta sizin teknenizin su kesiminin altında bulunan metallerden daha az aktif bir metal kaynağı vardır ve bu metal kaynağı ile sizin tekneniz arasında elektrolize yol oluşup teknenizdeki metalleri eritecektir. Bu suyun altında olan her hangi bir metal, iskele ayakları hatta yakınınızda bağlı olan sac teknelerde dahildir. Bundan kurtulmak içinde düz mantık gidersek, teknemizde olan metallerden çok daha aktif olan bir metal koymamız gerekir. İşte bu da Anot yani Tutya'dır. Çinko da bu metallerden içlerinde , her ne kadar bizim için değerli olsada , metallerin en az asil olanıdır. Yani Çinko aslen az asil olsa da asil bir hareketle kendini teknemiz ve bizim için feda ediyor diyebiliriz. 
  
Tutyanın kelime anlamına baktığınızda "çinko" ile eşdeğer  haldedir. Sebebi ise, eskiden heykellerin çinkodan yapılmış olması ve bu heykellere Tutya deniyor olması nedeniyle günümüzde Çinko anot'lara Tutya denilmesi gösterilebilir. Bu arada Sevgili Tayfun Timoçin’in Tutya ile ilgili bir yazısında aynı zaman da “sürme”, evet bildiğimiz göze sürülen sürme anlamında da kullanıldığını okumuştum. Sadece süs olarak da değil üstelik. Çinko asidi göz hastalıklarında kullanılan ilaçmış. Çok ilginç gelmişti bana. Sizlere de aktarmak istedim. Bu arada hazır laf Tayfun Timoçin’den açılmışken “Yelkenli Yatta Kendine Yetebilmek” kitabını okumadaysanız, şiddetle bir göz atmanızı tavsiye ederim. Öğrenilecek şeyler asla bitmiyor. 

Peki, hangi "tutya" nerede kullanılır ? Hangi metalden tutyalar vardır ? İletkenlikleri nedir ?
Öncelikle şunu bilmeliyiz ki tuz oranı ve su sıcaklığı arttıkça suyun iletkenliği artacak ve metaller daha çabuk çürüyecektir. Bu da bizi eğer tuzlu suda isek Çinko, tuzlu tatlı karışık bir suda bulunuyor isek Alüminyum ve tatlı suda buluyorsak Magnezyum anot'lara götürecektir.

Hazır bu konuyu işlemeye başlamışken ve tutya çeşitlerini de konuşurken iletkenlikleri ve hesaplanması gibi bazı teknik detaylara da göz gezdirelim. Tabii bunun için gugıl amcadan bir araştırma desteği alalım.
 1-   Elektriksel potansiyel:
    Tutyalar;
    Magnezyum -1.6 Volt üretir.
    Alüminyum -1.1 Volt üretir.
    Çinko -1.05 Volt üretir.
    Bunların koruduğu metaller;
    Bronz -0.3 Volt üretir.
    Çelik -0.6 Volt üretir.
    Alüminyum ( gövdede, içten-dıştan takmada, dıştan takma motorda kullanılan ) -0.75 Volt üretir.
    Koruyan ile korunan arasındaki voltaj farkı ne kadar yüksekse o kadar iyidir.
    Örneğin:
    Eğer Çinko bir anot ( tutya ) ile Bronz bir pervane korunuyorsa oluşan elektriksel potansiyel farkı   -1.05 - ( -0.3 ) = -0.75 Volt olacaktır.
    Alüminyum anot'da bu fark -0.8 Volt, Magnezyum anot’da ise -1.3 Volt olacaktır.
2-    Akım kapasitesi:
    Yukarıda bahsedilen elektriksel potansiyel nedeni dolayısıyla tutya ve korunan metal arasında su vasıtasıyla bir akım oluşur.
    Aynı büyüklükteki tutyaların ( anotların ) çalışma gün kapasiteleri orantılarsak;
    Çinko 100 gün olursa,
    Magnezyum 30 gün
    Alüminyum 130 – 150 gün olur.
 3-   Tutya ( anot ) alaşımının kalitesi:
    En kabul edilip değer verilenler;
    Çinko MIL-A-18001K
    Alüminyum MIL-A-24779 ( SH )
    Magnezyum MIL-A-21412

Tutyanın yüzey alanı ne kadar koruma sağlayacağını, ağırlığı ise bu korumanın ne kadar süreceğini belirler. Korozyon oranı sudaki her 10 derece ( C ) artış için iki kat artar.

Peki, ne kadar tutya gerekli?
Tutya ağırlığı (kg) = ( istenen akım x 8760 ) / ( kullanım faktörü x Ahr/kg )
istenen akım = metal aksamın yüzey alanı (m2) x anot’un akım yoğunluğu
Tutya ağırlığı 1 yıl içindir; 1 yıl sonunda değiştirilmesi gerekir. Bazı tutyalarda kullanım faktörü yazabilir. Örneğin, 0.8 ya da 0.9 olup tutyanın bedeninde yazılıdır. 0.8 demek % 80'i bozunana kadar çalışacak demektir. Ancak 1 yıl ve kullanım faktörü de değişkendir. Daha sonra büyük problemler ile karşılaşmamak adına kontrolün sıklıkla yapılması ve %50 oranında eridiğinde değiştirilmesi daha uygun olacaktır.

Peki ya Tutyamız çalışmıyorsa ?
Böyle bir durumda başımıza gelebilir. Sık yapılacak kontroller, erimenin haricinde bize erimeme durumunu da gösterecektir.
Bu durumla karşılaşmamızın en olası sebebi, anot'un üzerinde oluşan ince bir metal tabakasıdır. Eskiden Çinkonun içerisine ki demirin fazlalığı bu duruma neden oluyordu. Bunu engelleyebilmek adına düşük oranlarda alüminyum ve kadmiyum karıştırarak daha yüksek kaliteli bir üretim gerçekleştirdiler. İşte tam da bu sebeple, her ne kadar günümüzde bu sorundan kurtulmuş gibi gözükse de halen düşük kalitede yapılmış imalatlar mevcut olabiliyor. Bu yüzden hiç gözümüzün önünde olmayan ama bizi çok büyük dertlerden koruyan Tutyalamızı alırken hassasiyetle yaklaşmalı ve üretim kalitesinden emin olduklarımızı kullanmamız her daim hayrımıza olacaktır.

Peki bu korozyon sadece su altından mı bize gelir ? 
Elbette hayır, bir çok noktadan bize ulaşacaktır korozyon. Sintinede ki bir metal, motor suyu soğutma sistemi, metal salmamız, mazı teknelerde safra olarak kullanılan demir vs.
Örneğin tunçtan yapılmış bir pervanede korozyon görmezken şaftımızda görürüz. Çünkü tunç’dan yapılan pervane krom şafta göre daha az aktiftir ve şaft bu durumda anot görevi yapar. Bunu kromdan daha aktif bir metali şafta yani şaft tutyası bağlayarak engellersiniz. Tutyalarımız çok çabuk eriyor olabilir. Özellikle kıyı elektriğine bağlı olan teknelerimiz daha da tehlike altındadır. Kıyıdan aldığımız 220v hele birde alt yapımız kötü, eski hasarlı ise galvanik akım kaynağı oluşturacak ve her şeyi hızla eritecek/çürütecektir.
Şahsi fikrim, bu durumlardan kurtulmanın en iyi yolu, doğru tutya ve mutlaka, bence olmazsa olmaz olan galvanik izolatördür. Doğru kapasitede bir Galvanik İzolatör ilk bakışta biraz maliyetli görülse de, teknede mutlaka olması gereken önceliği üstlerde ki bir gereksinim olarak görüyorum.
Burada başka bir sorunsal ortaya çıkıyor, Galvanik İzolatörler, izolasyon trafoları, topraklama, topraklama hataları. Bu konular hakkında teknik bilgi vermek kesinlikle beni aşar, ama aramızda mutlaka bilgisi olan bizi aydınlatabilecek dostlar vardır mesela Can Deniz hocamız var. Bu konularda ki bilgisinden son derece emin olduğum bir eğitimcidir. Eminim bu konuda bize hem teknik açıdan hem de gereklilik açısından önemini anlatan bir yazı ile aklımızda ki sorulara cevap olacaktır.

Sevgi, Saygı ve Selametle.  

MASAL'IN HAVUZLUĞUNDAN ; DOĞU'NUN KRALİÇESİ

          


(Notları Karpaz- Kumkuyu seyrinde alınan bu yazı, daha önce gezginkorsan.org. sitesinde yayınlanmıştır)
 
     
          35 derece 57 dakika 51 saniye Kuzey, 34 derece 18 dakika 29 saniye doğuda, Kuzey’e doğru seyirdeyim. Mürettebat, içeride uyumaktan bitap düşmüşken, her zamanki gibi ben, sabahın 2'sinden bu yana ayaktayım. Kıbrıs'tan taşıdığımız sinekler bir yandan bacaklarımı ısırırken biramı yudumluyorum. Sabahın sekizi ve ikinci biramı içiyorum. Biradan nefret ederim. Ama deniz tutmasına iyi geliyor. Yıl boyu evime 4 şişe girmez. Denizde her iki-üç saatte bir  23'lük biralardan bir tane  içiyorum.
        
           Tek başıma olunca, pruva da neta ise, notlar almak hoşuma gidiyor. Pruva Neta. Şiirlerden yapılmış şarkılar dinliyorum;Beyrut:
      
         bu yol bir şehre giderdi

         güneşin tutuştuğu
         denize batmış güle


        Yaşlı biri olmamama karşın insanlardan yorulduğumu duyumsuyorum. Sanırım denizler, bu nedenle iyi geliyor bana. İnsanlardan, yani kirden pastan uzağım. Aynı nedenle teknede herkes her işi bana bırakıp gidip uyusa, daha iyi hissediyorum kendimi. Aşağıda uyuyan insanlar, eşine az rastlanır cinsten iyi insanlar olmalarına karşın, onların da bu dünya ilişkileri içinde olmaları, diğer herkesi aklıma getiriyor. Öfkeleniyorum. Sanki ben bütün bu şeylerden ariymişim gibi düşünüyorum bunu. Elbet, kendime attığım bir yalan bu!

       Masal geldiğinden bu yana, gündelik hayatımda daha acımasız olduğumun farkına varıyorum. Bu merhametsizlik, insanların ceza alması, acı çekmesini istemek yönünde değil. Daha çok, önceden hoş görebildiğim, daha tekamül etmiş biri gibi davranabildiğim şeylere, artık tahammül edememe gibi kendisini gösteriyor.Dünya'da iyi insanların sayısının hâlâ kötü insanlardan daha çok olduğunu biliyorum. Tüm vahşetine, kabalığına, kamburluğuna karşın dünya sahiden güzel. 
     
       Pustan,nemden, sisten, kara görünmüyor. Bu kadar kaba saba bir denizin ortasında burnuma gelen iyot kokusu, tene yapışan tuz yine de yaşama sevinci veriyor. Bu bile uzun yaşamayı istemek için yeterli bir neden.
       
       Uzun yaşasanız da öleceksiniz. 

        İntisal.  Bir güzel kadın. Masmavi gözleri, boyu posu, kumral saçları, zarafeti ile büyülemiş herkesi, nam salmış. Her bir kimse kapısına gelip istemişler, çok canlar yakmış haberi olmadan. Ne kavgalar, ne yarışlar edilmiş onun için. Sıraya girmiş eşraftan pek seçkin oğullar. Kavgalar çıkmış, yarışlar edilmiş, küfürler havada uçuşmuş, önce kim giderse sanki kabul edilecek, sanki İntisal onun koynuna girecek, koluna takan arzı endam ederek yürüyecek.  Haberi yok İntisal'in. 

            Ama işte, yaşadığı kentin ortasından geçen nehir gibi ömrü. Güzel kadının kaderi güzel olacak değil ya illa. Beyrut’un oralardan bir yerlerden doğan ve hemen belki 50-60 kilometre ötesindeki denize kavuşacağı sıra Musa peygamberin asasını Kızıldeniz’e vurmasıyla , Kuzeye doğru upuzun yol tepmeye,  tersine akmaya başlayan Asi gibi, kolayına değil, hep zoruna olmuş İntisal’in yaşamı. Belki de Musa peygamber asayı vurduğunda, Beyrut’la bir zamanlar Doğunun Kraliçesi namını taşıyan Antakya’nın aynı sulardan beslenmesini istemiştir de o nedenle terse akmıştır Asi. Belki de bize, güzel günlerin pek de kolay erişilebilecek bir şey olmadığını anımsatmak için böyle tersine tersine akıyordur. Belki de daha çok emek vermemiz gerektiğini, deryalara ulaşmak için ne kahırlar gerektiğini anlatmak için tersine akıyordur. Belki de asiliğin pek de kötü bir şey olmadığını, her şeyin ellerimizde olduğunu anımsatmak için. Bilemiyorum. Belki de Doğunun Kraliçesi İntisal’dir de, Asi daha altı koca bin yıl evvel  onun burada doğacağını bilmiş, ona kavuşmak, toprağını sulamak, bereket vermek için artık bu yöne akacağım demiştir.
        Nihayeten, Doğu Akdeniz ya burası, sizler için çok çok eskide, belki  Panait Istrati romanlarında kalmış olabilir… Ama devam eder bu öyküler burada, işte ta Mısır'dan, Kahire'den gelen pek boylu poslu biriyle evlenmiş İntisal. 
Boyuna posuna ve servetine karşın pek şapşal, pek cimri bu adam bankalarla esnafla hep kavga eder,  akşamı da gelir İntisal'e anlatırmış hırını gürünü pek safça. Sabahında İntisal, cevizden, aslan pençeli, aslan kafalı, yanlarında,  içinde Polonya işi porselen biblolar, kahve fincanları bir sanat müzesindeymiş gibi intizamla sergilenen camekanları olan koltuğunda, yanına likör de koyduğu kahvesini içtikten sonra, derin bir of çekerek doğrulur, sorun her kimse ile o iş yerine gider, sakin vakur özür diler, bir daha olmayacağını söylermiş. Eşraf, daha önce uğruna kavga ettiği, belki de adam yaraladığı kadının hatırına "tamam, ama İntisal hanım vallahi bir daha olmasın, bak sizin hatırınıza" der işi büyütmezmiş.
Sorunun kendi çabasıyla çözüldüğünü sanan koca, akşamına şu esnafla aradaki sorunun çözüldüğünü İntisal'e böbürlene böbürlene anlatırmış. İntisal, pek sakin, kendisinin de artık işi büyütmemesi gerektiğini tembihlermiş.

        Yıllar yılları kovalamış. Bu kadar güzel, zarif İntisal, bu güzelliği ile su gibi pırıl pırıl bir ömür geçirecekken, kaderi yaşadığı kentin ırmağı gibi, tersine tersine akıp gitmiş. Her geçen gün bir zulme dönmüş. Pek Türkçe bilmez İntisal, Şam’dan Beyrut’tan getirttiği Arap alfabeli moda dergilerini takip eder, zamanın adabı muaşereti her ne ise onları öğrenmeye çalışır, bir de gündelik hayatına uydururmuş bunları uydurmasına ya, koca bi habermiş bunlardan. Kocasının suratsızlığına karşın, o asil yüzünde biriyle karşılaştığı zaman gülümsemesini gösterir, kafasını hafifçe yana çevirir, ağzını çok açmaz uzamayan gülümsemesi sönmez, karşısındakine gülümsemeyle karışık buyruklarını sıralarmış. Bakışlarıyla verdiği buyruklara uymayan olmaz… Bir tek kocası… değil buyruk, rica minnet ne derseniz işte, nihayeten paradan başka hiç bir şeyden anlamayan kocası.  O işinde gücünde cimriliği ve cehaleti bir yana işe yarar tek yanı söz senettir diskuru ile  Belediye çarşısındaki toptancı dükkanında iş yürütmeye devam edermiş. İntisal’in çocuk verememesi de eklenince işin içine, daha da beter olmuş yaşam. Her geçen gün bir zulüm. Nefes alsa ne almasa ne. Hiç umut yok. Bu ömür böyle geçecek. İntisal teslim olacak. Yaşamına teslim olacak. Hiçbir şey anlatmayacak. Hep mutlu görünecek. Çünkü öyle yazıyor Arapça dergilerde. Gülümseyin. Ama hep gülümseyin. İçinizdeki size kalsın, gülümseyin, karşınızdakini üzmeyin… 

         Neden? Neden üzmeyeceğim?  Hep alttan mı alacağım? Bu dergiler neden böyle şeyler yazarlar? Enfarktıma mı yükleneceğim? Üzmeye çalışsam da olmuyor… İşte o nedenle bu denizin ortası iyi. İşte o nedenle uzun, ıssız seyirler iyi. Saat sabahın 8’i… mesai saati…  İşte bu nedenle tam bu saatlerde denizin orta yerinde karayı görmemek iyi. Teknedeki herkesin uyuması iyi. Kendi günahlarımdan arınmak böylece, böylece kendimi kandırmak iyi…. 

                İşte tam bu saatlerde, mideme iyi geliyor diye ikinci birayı içtiğim saatlerde İntisal ölmüş. İşte tam şurada. Pruvayı 35-40 derece sancağa çevirsem,  sarıp sarmalandığı yere yöneleceğim. Ama geciktim çoktan. Sardılar bedenini ve sarıp sarmalarken kardeşleri son bir kez ağlamalarına izin verilmedi. Çünkü damlarsa tek gözyaşı, o artık feri geçmiş de olsa mavi gözlere, kumral saçlara ya da süt gibi tene, bozulur bütün büyü. İntisal, İntisal olamaz. Yaşlı, yüzünde Zülfikar dövmeli, başına koyu yeşil kumaşlarla sarılmış başlıkla şaman büyücülere benzeyen kadın tuttu Neval’i, çekti kenara. “Ağlama burada” “Uzakta, uzakta ağla!”.  Neval, yaşlı, onun da mavi gözleri, ama yaş gelmez, kurumuş pınarları daha kaç yıl önce, zar zor görüyor ablasının bedenini. Bilge yaşlı kadın seslendi gasilhanedeki kadınlara “Ağlayacak olan uzakta ağlasın, değmesin tek damla. Gülmesi gelen kıyafetini yırtsın…  yazık, bakın ne güzel yıkadık, misler gibi İntisal, sıcak sularla defne sabunları ile  yuğduk, bahurla tütsüledik, reyhanla ovuşturduk bedenini, etleri dövdü erkekler, buğdaya karıştırdılar, hepsi dana eti, en temiz yerinden, öldüğü an başladı kazanlar kaynamaya, tek bir kadın eli değmedi ete, kepçeye, kazana,  erkekler yaptı, Fatma Anamızı andılar, Fatma’nın evinin yerini ,tavanını, duvarlarını  çağırdılar, şıhları pirleri andılar… Bozmayın bu yeni yolculuğu, daha en başından, uzun, upuzun yolu var. Devrine dua edin, daim olsun deyin, başka şey düşünmeyin, bir de güzelliğine bakın, bakın belleyin, bu yaşında yatıyor, sanki gencecik, sanki ölü değil soluklanıyor sanki, belli ki insan olacak yine, kıskanmayın sakın, açık yol dileyin!” . Tuttu Suham’ı bu kez, ağlayamayan Suham’ı…  gasilhanenin kapısına kadar getirdi. İntisal’den on adım uzağa. Çıkardı sarığına iliştirilmiş bir iğneyi ve hiç umursamadan batırdı etine Suham’ın. Birden boşalmaya başladı gözyaşları Suham’ın…  iniltiyle ağıtlar yakmaya başladı olduğu yerde, ayakta. 

               Bunları kaçıran bir tek ben değilim.  İşte, doğuramadığından bir türlü İntisal, sahiplendiği, rahminden başka her şeyini verdiği oğlu ta Bizans’tan, bir tane bile düşünür yetiştiremediği halde herşeyin kendisinde olduğunu sanan kaç bin yıllık şehirlerin şehrinden, olabilecek en geç uçakla gelip, en erken uçakla dönecek. Anlamsız bulacak bu merasimleri. Mezarın üzerine reyhanların serilmesini, kadınların “ruhum ruhum” diye seslenmelerini, erkeklerin “ölüm Allah’ın emri” demelerini anlamsız bulacak. Öldü işte, ne var bunda diyecek.  

              Boşa öfkelenmiyorum insanlara. Boşa kötüler bunlar demiyorum. Bir bildiğim var.

       Denizin ortasındayım. Biram bitti. Kahve saati. Herkes uyuyor. Tüp de bitmiş. Kahve yapamıyorum. Bir bira daha içsem? Nasılsa bağladım kendimi  ve Masal nasılsa hiç utandırmadı beni ve deniz ayna ve Doğu Akdeniz bütün çirkinliğini efsaneleriyle, masallarıyla, destanlarıyla, kentin pis sokaklarına bulaşmamış aşkları ve ölümleriyle hâlâ yaşatıyor. Mavisinin pek kötü olduğu bu denizler yine de bana yaşama ilişkin bir yol açıyor.

             Evet, bir bira daha içmeliyim. Kötülükleri değil, yaşamı yaşanmaya değer kılan şeyleri daha çok görebilmek için, daha da az uyumalı, beynimi de uyuşturmalıyım.


30 Kasım 2016 Çarşamba

TEKNELERDE YAKIT TÜKETİMİ VE HESABI

Bir kısmımız yelkenci, bir kısmımız motor yatçı, bir kısmımız gezi motoru sahibi. En özgür olanlarımız ise rüzgardan ve kaslarından başkasına tamah etmeyen dostlar.  Hepimizin ortak paydası deniz ve deniz aşkı. Böyle olmasına rağmen, sanırım karasal alışkanlıklarımızı tam olarak bırakamadığımız için hangi cins olursa olsun kullanmış olduğumuz "tekne"lerimizde ilk fırsatta yakıt hesabı yapmaya başlıyoruz.

Elbette, bir çok faktör devreye giriyor, rüzgar, akıntı, motorun durumu, bakımı, saati vs...değişken çoktur.
Ama yine de şöyle kabaca, ortalama bir yakıt hesabı yapabilmek, genel geçer kabullerle sarfiyat hakkında bilgi sahibi olmayı isteriz.
İşte bu konuda bizlere yardımcı olabilecek, genelde kabul edilen bir kaç hesaplama şeklini paylaşmak, kısacıkta olsa bir değinmek istedim.

YAKIT HESABI 

Deniz motorları azami güçlerinin % 70-80’inde çalıştırılmak üzere tasarlanmıştır.

Normal şartlarda deponun dolu olması bir çok sebepten dolayı iyidir ama sınırlı yakıt alımlarında yapılması gereken akılcı hesap şu şekildedir.
Yakıt hesabı = 1/3 gidiş  + 1/3 dönüş +  1/3 yedek

¾ devirde çalışan dizel motorlar beygir gücü başına saatte 170 gr mazot harcar, tam yolda 250 gr harcar.
HP x 0.75 x 0.170 = 1 saatte harcanan mazot ( lt )

Deniz tipi dizel motor her 18 HP için 3.8 lt/saat yakıt tüketir (0.21 lt/saat HP başına)

Benzinlide yakıt tüketimi (lt/saat) = 0.508 x kw (pervane)  /   (gl/saat) = 0.10 x hp
Dizelde yakıt tüketimi (lt/saat) = 0.274 x kw (pervane)       /    (gl/saat) = 0.054 x hp


Benzinlilerin maksimum devirlerinin % 70'inde, dizellerin maksimum devirlerinin % 80'inde seyrettikleri kabul edilir.

Eğer motor güç eğriniz yoksa, ki genelde yoktur, % 80 maksimum devirde motor nominal gücünün yaklaşık % 52'si ve % 70 maksimum devirde motor nominal gücünün % 40'ının kullanıldığı hesaplamada genel kabul edilir. % 10 yedek eklenir.

Dizel motorların yakıt tüketimi = 0.21 lt/HP/saat                      
Benzinli motorların yakıt tüketimi = 0.34 lt/HP/saat
İki zamanlı dıştan takma motor yakıt tüketimi = 0.4 lt/HP/saat

1 lt benzin = 728 gr
1 lt dizel yakıt = 840 gr
1000 lt yakıt = 840 kg
      
Yakıt tüketimi motor devrinin küpü ile orantılı olduğundan, motor devri ½ azaltılınca (1/2’ye inince) yakıt kullanımı 7/8 azalır (1/8’e iner).

3.78 litre = 1 galon

20 HP 1 saatte 1 galon dizel yakıt kullanır. 40 HP 1 saatte 2 galon dizel yakıt kullanır.

Basit bir örnekle bitirelim :
*40 HP / 3800 rpm = 2 galon/saat
*40 HP / 3000 rpm ( % 80 ); 3800'den 3000'e inmek hızı 7 knottan 6 knota indirir.
  0.8x0.8x0.8 = % 51.2
  0.512 x 40 = 20.4 HP
  yakıt tüketimi = 1 galon / saat
*40 HP / 2500 rpm ( % 65 )
  0.65x0.65x0.65 = % 27
  0.27 x 40 = 10 HP
  yakıt tüketimi = 0.5 galon / saat


Sevgi Saygı ve Selametle