ÖNEMLİ DUYURU..
SEVGİLİ DOSTLAR.. YAZAR SAYIMIZIN VE YORUMCULARIMIZIN ARTMASI NEDENİ İLE HEYAMOLAMIZI FORUM HALİNE GETİRDİK..
www.heyamolahey.com
ADRESİNDEN FORMUMUZA ULAŞABİLİRSİNİZ.
ARTIK ORADAYIZ.. ANLAYACAĞINIZ TAŞINDIK YANİ..
BEKLERİZ EFENDİM..
Heyamola Helesa Yessa…
Hadi Çek, Hadi Gayret, Kolay Gele İşte Heyamola Yelesa...
22 Aralık 2016 Perşembe
20 Aralık 2016 Salı
YELKEN TEKNOLOJİSİ ÜZERİNE..
Enes, tanımayanlarınız için kısa bir açıklama yapayım, amatör denizciliğin sınırlarında bu işi yapan bir dostumuz. Küçük bir botla yaptıkları gerçekten inanılmaz. Şimdi de bota bir yelken aksamı kurdu. Aslında vardı ama daha da geliştirdi diyelim.
Heyamola da yazdığı yazı ve benim yorumlarıma yazdığı yanıt, keza Gülümser Hanımın geçenlerde Gezgin Korsan Forumunda benim açtığım konu başlığında yelken ile ilgili bir alıntıyı(başkası tarafından yazılmış ) Gekopedya ya koymak istemesi şu yelken ile bir iki şey yazmama vesile oldu.
Elbetteki yazdıklarım okuduklarım ve yaşadıklarımdan elde ettiğim yorumlar. Yani benim doğrularım. Elbette bir Çin atasözünün dediği gibi doğrunun birçok yüzü vardır.
Bana göre 1900 lü yılların başında " işe yarayan " yelken bilgisi , teknelere motorun konulması ile birlikte terk edildi. Bu tarihten sonra yelken , seçkin bir spor dalı olarak , yatçılık ya da yelken yarışçılığı olarak gelişmeye başladı. Elbette bu süreci tüm dünyanın kısa zamanda yaşadığı sosyolojik değişimden de bağımsız tutamayız. Daha hızlı ve daha rüzgar üstüne gitmek üzerine yoğunlaştı bu gelişim.
Malumunuz uzatmayalım , günümüz yelkenlileri ortaya çıktılar. Fiber , markoni arma, torpil salma tekneler. Hele kiralık tekne turizmi son 20 yılda patlama yapınca tekneler yüzen otellere dönüştüler.
Daha derinlere inersek, yarışmak eskiden günlük hayattan bu kadar da kopuk değildi. Yarıştığınız zaman burada elde ettiğiniz becerilerin günlük hayatınıza da bir katkısı olurdu.
Yani yarışıyor olmak , günlük hayatı kolaylaştırmak ve geliştirmenin itici gücü idi aynı zamanda.
ancak bu yüzyılda sporun bir propaganda ve endüstri haline dönüşmesi ile birlikte yarışmak artık öyle üstün meziyetler ve insan üstü bir çalışma gerektirir oldu ki , sıradan insanların yapabildiği bir aktivite olmaktan çoktan çıktı. Artık iş öyle bir boyuta vardı ki tekneler artık yüzmüyor , bildiğiniz uçuyor. Hızlı gitmek anlamında yazmadım. Bildiğiniz uçuyorlar. Bakınız sosyal medya da bir sürü görüntü var böyle..
O yüzden de anlamsızlaştı. Çünkü gündelik yaşamdan koptu ve bildiğimiz sıradan insanların yapabileceği birşey olmaktan çoktan çıktı.
Gereksiz ve anlamsız bir sürü aksam eklendi teknelere. Her şey elektrikli , artık bir el pompası bile basmak zoruna gider oldu yatçıların. " Modern " insan salonlarda , koşu bantlarında koşup , sonra iki adım merdiven çıkmayan, hadi yelkenciliğe dönelim , vincini bile elektrikli isteyen ve kullanan kişidir artık..
Şimdi efendim . standart 10 -11 m teknenin üzerindeki yelken alanı günümüzde 50 m2 yi geçmez. Zaten topu topu iki yelken var. Cenova ve ana yelken. Bir çok teknede bu iki yelkeni kullanabilmek için dört tane vinç görüyorum. Büyük ve biraz daha küçük. Oysa bunları basit bir çift dilli iki makaradan oluşan bir palanga ile çekmek hem daha kolay ve daha çabuk.
Şimdi diyeceksiniz ki kardeşim benim teknem 50 feet . Nasıl çekeyim ben palanga ile %120 cenovamı elektrikli vinçsiz. ?
Ben de diyorum ki 50 feet tekneniz varsa ve tek direği varsa, ki bu çok büyük yelken alanı demek oluyor, bu teknenin "denizci" liğinden bahsedemeyiz. Lüks , konforlu , bir yaşam alanı sunan , güçlü motorları olan başka bir şey bu. Bir yelkenli değil maalesef.
Bana göre bir yelkenlinin boyu 32 feet den daha fazla olmamalı. Yelkenleri parçalı ve her havaya göre bir kombinasyonu olmalı. 32 feet olacaksa da kech ya da yawl olmalı ki kolay kullanılabilsin. Çift direkli olmayacak ise en azından " cutter " arma olmalı , yani cenova yerine önünde bir flok ve bir trinket olmalı.
Daha da büyültülmüş cenova ve küçük ana yelken ile cenova üzerindeki emiş gücü ile yol alırsınız. Ancak , küçük ön yelkenler ile ana yelken üzerinde akan havanın hızını arttırır ve daha küçük yelkenler ile aynı gücü elde edersiniz. Büyük yelken, büyük problemdir çünkü.
Jashua Slocum , dünya turunu atarken , abarmasında zorlandığı Spray'i kıçına bir direk ekleyerek yawl 'a çevirmişti . Okuyanlar bilirler.
Gaff cutter yawl yani randa ara bir kotra tipi yelkenlinin üstünlükleri saymakla bitmez. Ancak yine bana göre gelinen son nokta 32 feet bir uskunadır. Hele mizana direğindeki (bakalım uskuna da onun adı mizana değil diye kim atlayacak ) yelken , Markoni, ön direkte ise randa arma ve mizana üzerinde bir flok , elbette ki başı kıçı bir , omurga salma ve yeke dümeni olan , palası dışarıda olacak. eh madem benim düşüncelerimi konuşuyoruz ahşap olmaması mümkün değil tabi.
Yeteri kadar ansiklopedik bilgi de vereyim şu uskunalar ile ilgili. İlk uskuna Amerika da 1700 lü yıllarda yapılmış. İngilizce de "kaymak " fiilinden geldiği thamin ediliyor. Rivayete göre ilk uskuna denize indirildiğinde izleyicilrden birinin suda nasıl da kayıyor demesinden türemiş.
Bu tekneyi üzerinde bir tane bile vinç koymadan , basit palangalar ile kolayca kullanabilmek mümkün.
ama ben size en iyi bildiğim yelkenliyi , yol arması olan kotrayı (gaff cutter yawl ) bir yelkenliyi anlatayım.
Önce mükemmel teknolojisinden bahsedielim biraz. Mükemmelliği basitliğinden ve basit olduğu kadar akılcılığından kaynaklı.
Nedeni basit.. Çünkü bu tekneyi kullananların derdi yelken yapmak değildi. Bunlar yelkeni itici güç olarak kullanan , yaşam kavgası veren insanlardı. O yüzden yaptıkları " iş " sırasında yelken , onların en son düşündüğü şeydi ve mümkünse kendi kendine gitmeliydi işte. Çünkü o sırada bu insanların başkaca yapacakları vardı.
İşte yol (yawl ) böyle bir ihtiyaçtan doğdu. Yelken alanının yarısı havuzluğun üzerinde değil ve ciddi bir miktarı da teknenin güvertesinde değil. üstelik kendisi kontra değiştiriyor. Açılma sırasına göre yelkenler şöyle sıralanmakta.
Bocurum, randa arma ana yelken , trinket , flok , karanfil, kontra flok ve valena.
Bende bu yelkenlerden sadece valena yok. ancak gerek karanfil, kontra flok ve valena hafif hava yelkenleri. Sonuçta eski günlerdeki gibi yük taşınmadığından valena ya bu güne kadar çok ta ihtiyaç duymadım açıkçası. Ancak apaz seyirde özellikle karanfilin etkisi inanılmaz. Kontra flok yelken özellikle orsa da faydalı ancak , bu toplam yelken alanını 45 m2 ye çıkarıyor ki bu benim için bile bir macera demek oluyor. ancak bir gün şu sert hava ekibi ile bu yelkeni de basarız gibime geliyor.
Şİmdi bu yelkenlerden her havada basılanı emektar bocurum. Bu yelken sanki kıçtan takma bir motor gibi. Tamamen denizin üzerinde ve siz tramola attıkça kendisi kontra değiştiriyor. Siz dokunmuyorsunuz bu yelkene. Özellikle sert hava seyirlerinin vazgeçilmezi bu yelken. Tek başına 4, -4,5 knot hız yaptırıyor , üstelik neredeyse hiç bayılmadan. Bu yelkenin büyüklüğü bir sörf eğitim yelkeni kadar. Düşünün 5 ton tekneyi bu hıza ulaştırabiliyor pupa seyrinde. O da teknenin kesitinden kaynaklı . O da ayrı bir konu .. Kısaca bahsedeceğiz ondan da.
Şimdi bunun karşılığı olan yelken ise trinket. Pruva hattından sayarsak ikinci flok diyelim. Şimdi bu yelkenin de alanı neredeyse bocurum kadar. Tramola arabası var ve bu yelken de tramolalarda kendisi kontra değiştiriyor. Siz hiç dokunmuyorsunuz bu yelkenlere.
Eee diyeceksiniz ne var şimdi bunda ? Ne işe yarıyor ki bu. ? Şu işe yarıyor dostlar.
Geçen yaz sabaha karşı iki gibi Midilli'nin Sigri limanına yanaştım. Kritik bir zamanlama idi ve hava raporları tam da bu saatte kıbleden sert rüzgar uyarısı yapmaktaydı. Nitekim tam da bu saatte rüzgar başladı ve sabaha karşı limanda bile durulmaz oldu. Limanın daha içine , balıkçı barınağının arkasına sığındım. Bura da da durmak mümkün değildi. Zaten Orası burası derken sabah saat sekizi de bulmuştum.
O günkü program da Molivos limanına ulaşmak var. Sigri 'den adanın batısından kuzeye tırmanacağım ve Babakale'yi görene kadar hava sert olacak. Ancak Doğuya dönünce Adanın gölgesinde kalacağım ve rahatlayacağımı umuyorum.
Tek başıma seyir yaptığımı da hatırlatayım. Güvenlik şart. En ufak bir hata ciddi sıkıntı demek. Deniz dalgalı, hava sert. İşte bu iki yelken , Bocurum ve trinket ile geniş apaz seyri ile hayatımın en keyifli yelken seyirlerinden Birini yaptım.
Adayı döndükçe rüzgar azaldı, azaldıkça yelken büyülttüm, önce flok, sonra ana yelken.. Bütün Midilli 'nin batısı ve kuzeyini yelken ile geçtim. saat 15 30 gibi Molivos açıklarında idim ve hava da kalmıştı.
Böyle dalgalı ve sert bir hava da yelken basmak işte ancak böyle küçük ve kullanımı kolay bir arma ile mümkün olabiliyor dostlar.
Seyir sırasında ben sadece etrafı seyrettim o kadar.
İşte size bocurum.
Tayo Mar ile Gökçeada'ya yanaştığımda , gezgin korsanlardan iki tekne daha vardı. Dostumun Tayo Mar 'a bakıp, Yahu abi sen bununla buralara nasıl geldin diye sorduğunu hatırlıyorum. Ben de ona kardeşim benimki açık deniz teknesi , esas sen kendi teknenle nasıl geldin diye sormuştum Tayo Mar , suya yakın bir tekne. Altı gözükmüyor. İlk karaya aldığımda da beni çok şaşırtmıştı. Sudan çıktıkça çıkan bir omurga salma .. İşte 40 m2 nin üzerindeki bu yelkenleri dengeleyen omurga salma..
İşte Boğazdaki yarıştan bir görüntü. BU sene sert lodosta yarışıldı malum.. Tayo Mar , orsa gidiyor. Bordo olan trinket efendim. , Bocurum kuyruktaki.
Nedense bu bloğa koyduğum videolar gözükmüyor. Desteklemek için Heyamola Face sayfasına da bir iki video ekleyeceğim.
Enes, tanımayanlarınız için kısa bir açıklama yapayım, amatör denizciliğin sınırlarında bu işi yapan bir dostumuz. Küçük bir botla yaptıkları gerçekten inanılmaz. Şimdi de bota bir yelken aksamı kurdu. Aslında vardı ama daha da geliştirdi diyelim.
Heyamola da yazdığı yazı ve benim yorumlarıma yazdığı yanıt, keza Gülümser Hanımın geçenlerde Gezgin Korsan Forumunda benim açtığım konu başlığında yelken ile ilgili bir alıntıyı(başkası tarafından yazılmış ) Gekopedya ya koymak istemesi şu yelken ile bir iki şey yazmama vesile oldu.
Elbetteki yazdıklarım okuduklarım ve yaşadıklarımdan elde ettiğim yorumlar. Yani benim doğrularım. Elbette bir Çin atasözünün dediği gibi doğrunun birçok yüzü vardır.
Bana göre 1900 lü yılların başında " işe yarayan " yelken bilgisi , teknelere motorun konulması ile birlikte terk edildi. Bu tarihten sonra yelken , seçkin bir spor dalı olarak , yatçılık ya da yelken yarışçılığı olarak gelişmeye başladı. Elbette bu süreci tüm dünyanın kısa zamanda yaşadığı sosyolojik değişimden de bağımsız tutamayız. Daha hızlı ve daha rüzgar üstüne gitmek üzerine yoğunlaştı bu gelişim.
Malumunuz uzatmayalım , günümüz yelkenlileri ortaya çıktılar. Fiber , markoni arma, torpil salma tekneler. Hele kiralık tekne turizmi son 20 yılda patlama yapınca tekneler yüzen otellere dönüştüler.
Daha derinlere inersek, yarışmak eskiden günlük hayattan bu kadar da kopuk değildi. Yarıştığınız zaman burada elde ettiğiniz becerilerin günlük hayatınıza da bir katkısı olurdu.
Yani yarışıyor olmak , günlük hayatı kolaylaştırmak ve geliştirmenin itici gücü idi aynı zamanda.
ancak bu yüzyılda sporun bir propaganda ve endüstri haline dönüşmesi ile birlikte yarışmak artık öyle üstün meziyetler ve insan üstü bir çalışma gerektirir oldu ki , sıradan insanların yapabildiği bir aktivite olmaktan çoktan çıktı. Artık iş öyle bir boyuta vardı ki tekneler artık yüzmüyor , bildiğiniz uçuyor. Hızlı gitmek anlamında yazmadım. Bildiğiniz uçuyorlar. Bakınız sosyal medya da bir sürü görüntü var böyle..
O yüzden de anlamsızlaştı. Çünkü gündelik yaşamdan koptu ve bildiğimiz sıradan insanların yapabileceği birşey olmaktan çoktan çıktı.
Gereksiz ve anlamsız bir sürü aksam eklendi teknelere. Her şey elektrikli , artık bir el pompası bile basmak zoruna gider oldu yatçıların. " Modern " insan salonlarda , koşu bantlarında koşup , sonra iki adım merdiven çıkmayan, hadi yelkenciliğe dönelim , vincini bile elektrikli isteyen ve kullanan kişidir artık..
Şimdi efendim . standart 10 -11 m teknenin üzerindeki yelken alanı günümüzde 50 m2 yi geçmez. Zaten topu topu iki yelken var. Cenova ve ana yelken. Bir çok teknede bu iki yelkeni kullanabilmek için dört tane vinç görüyorum. Büyük ve biraz daha küçük. Oysa bunları basit bir çift dilli iki makaradan oluşan bir palanga ile çekmek hem daha kolay ve daha çabuk.
Şimdi diyeceksiniz ki kardeşim benim teknem 50 feet . Nasıl çekeyim ben palanga ile %120 cenovamı elektrikli vinçsiz. ?
Ben de diyorum ki 50 feet tekneniz varsa ve tek direği varsa, ki bu çok büyük yelken alanı demek oluyor, bu teknenin "denizci" liğinden bahsedemeyiz. Lüks , konforlu , bir yaşam alanı sunan , güçlü motorları olan başka bir şey bu. Bir yelkenli değil maalesef.
Bana göre bir yelkenlinin boyu 32 feet den daha fazla olmamalı. Yelkenleri parçalı ve her havaya göre bir kombinasyonu olmalı. 32 feet olacaksa da kech ya da yawl olmalı ki kolay kullanılabilsin. Çift direkli olmayacak ise en azından " cutter " arma olmalı , yani cenova yerine önünde bir flok ve bir trinket olmalı.
Daha da büyültülmüş cenova ve küçük ana yelken ile cenova üzerindeki emiş gücü ile yol alırsınız. Ancak , küçük ön yelkenler ile ana yelken üzerinde akan havanın hızını arttırır ve daha küçük yelkenler ile aynı gücü elde edersiniz. Büyük yelken, büyük problemdir çünkü.
Jashua Slocum , dünya turunu atarken , abarmasında zorlandığı Spray'i kıçına bir direk ekleyerek yawl 'a çevirmişti . Okuyanlar bilirler.
Gaff cutter yawl yani randa ara bir kotra tipi yelkenlinin üstünlükleri saymakla bitmez. Ancak yine bana göre gelinen son nokta 32 feet bir uskunadır. Hele mizana direğindeki (bakalım uskuna da onun adı mizana değil diye kim atlayacak ) yelken , Markoni, ön direkte ise randa arma ve mizana üzerinde bir flok , elbette ki başı kıçı bir , omurga salma ve yeke dümeni olan , palası dışarıda olacak. eh madem benim düşüncelerimi konuşuyoruz ahşap olmaması mümkün değil tabi.
Yeteri kadar ansiklopedik bilgi de vereyim şu uskunalar ile ilgili. İlk uskuna Amerika da 1700 lü yıllarda yapılmış. İngilizce de "kaymak " fiilinden geldiği thamin ediliyor. Rivayete göre ilk uskuna denize indirildiğinde izleyicilrden birinin suda nasıl da kayıyor demesinden türemiş.
Bu tekneyi üzerinde bir tane bile vinç koymadan , basit palangalar ile kolayca kullanabilmek mümkün.
ama ben size en iyi bildiğim yelkenliyi , yol arması olan kotrayı (gaff cutter yawl ) bir yelkenliyi anlatayım.
Önce mükemmel teknolojisinden bahsedielim biraz. Mükemmelliği basitliğinden ve basit olduğu kadar akılcılığından kaynaklı.
Nedeni basit.. Çünkü bu tekneyi kullananların derdi yelken yapmak değildi. Bunlar yelkeni itici güç olarak kullanan , yaşam kavgası veren insanlardı. O yüzden yaptıkları " iş " sırasında yelken , onların en son düşündüğü şeydi ve mümkünse kendi kendine gitmeliydi işte. Çünkü o sırada bu insanların başkaca yapacakları vardı.
İşte yol (yawl ) böyle bir ihtiyaçtan doğdu. Yelken alanının yarısı havuzluğun üzerinde değil ve ciddi bir miktarı da teknenin güvertesinde değil. üstelik kendisi kontra değiştiriyor. Açılma sırasına göre yelkenler şöyle sıralanmakta.
Bocurum, randa arma ana yelken , trinket , flok , karanfil, kontra flok ve valena.
Bende bu yelkenlerden sadece valena yok. ancak gerek karanfil, kontra flok ve valena hafif hava yelkenleri. Sonuçta eski günlerdeki gibi yük taşınmadığından valena ya bu güne kadar çok ta ihtiyaç duymadım açıkçası. Ancak apaz seyirde özellikle karanfilin etkisi inanılmaz. Kontra flok yelken özellikle orsa da faydalı ancak , bu toplam yelken alanını 45 m2 ye çıkarıyor ki bu benim için bile bir macera demek oluyor. ancak bir gün şu sert hava ekibi ile bu yelkeni de basarız gibime geliyor.
Şİmdi bu yelkenlerden her havada basılanı emektar bocurum. Bu yelken sanki kıçtan takma bir motor gibi. Tamamen denizin üzerinde ve siz tramola attıkça kendisi kontra değiştiriyor. Siz dokunmuyorsunuz bu yelkene. Özellikle sert hava seyirlerinin vazgeçilmezi bu yelken. Tek başına 4, -4,5 knot hız yaptırıyor , üstelik neredeyse hiç bayılmadan. Bu yelkenin büyüklüğü bir sörf eğitim yelkeni kadar. Düşünün 5 ton tekneyi bu hıza ulaştırabiliyor pupa seyrinde. O da teknenin kesitinden kaynaklı . O da ayrı bir konu .. Kısaca bahsedeceğiz ondan da.
Şimdi bunun karşılığı olan yelken ise trinket. Pruva hattından sayarsak ikinci flok diyelim. Şimdi bu yelkenin de alanı neredeyse bocurum kadar. Tramola arabası var ve bu yelken de tramolalarda kendisi kontra değiştiriyor. Siz hiç dokunmuyorsunuz bu yelkenlere.
Eee diyeceksiniz ne var şimdi bunda ? Ne işe yarıyor ki bu. ? Şu işe yarıyor dostlar.
Geçen yaz sabaha karşı iki gibi Midilli'nin Sigri limanına yanaştım. Kritik bir zamanlama idi ve hava raporları tam da bu saatte kıbleden sert rüzgar uyarısı yapmaktaydı. Nitekim tam da bu saatte rüzgar başladı ve sabaha karşı limanda bile durulmaz oldu. Limanın daha içine , balıkçı barınağının arkasına sığındım. Bura da da durmak mümkün değildi. Zaten Orası burası derken sabah saat sekizi de bulmuştum.
O günkü program da Molivos limanına ulaşmak var. Sigri 'den adanın batısından kuzeye tırmanacağım ve Babakale'yi görene kadar hava sert olacak. Ancak Doğuya dönünce Adanın gölgesinde kalacağım ve rahatlayacağımı umuyorum.
Tek başıma seyir yaptığımı da hatırlatayım. Güvenlik şart. En ufak bir hata ciddi sıkıntı demek. Deniz dalgalı, hava sert. İşte bu iki yelken , Bocurum ve trinket ile geniş apaz seyri ile hayatımın en keyifli yelken seyirlerinden Birini yaptım.
Adayı döndükçe rüzgar azaldı, azaldıkça yelken büyülttüm, önce flok, sonra ana yelken.. Bütün Midilli 'nin batısı ve kuzeyini yelken ile geçtim. saat 15 30 gibi Molivos açıklarında idim ve hava da kalmıştı.
Böyle dalgalı ve sert bir hava da yelken basmak işte ancak böyle küçük ve kullanımı kolay bir arma ile mümkün olabiliyor dostlar.
Seyir sırasında ben sadece etrafı seyrettim o kadar.
İşte size bocurum.
Tayo Mar ile Gökçeada'ya yanaştığımda , gezgin korsanlardan iki tekne daha vardı. Dostumun Tayo Mar 'a bakıp, Yahu abi sen bununla buralara nasıl geldin diye sorduğunu hatırlıyorum. Ben de ona kardeşim benimki açık deniz teknesi , esas sen kendi teknenle nasıl geldin diye sormuştum Tayo Mar , suya yakın bir tekne. Altı gözükmüyor. İlk karaya aldığımda da beni çok şaşırtmıştı. Sudan çıktıkça çıkan bir omurga salma .. İşte 40 m2 nin üzerindeki bu yelkenleri dengeleyen omurga salma..
İşte Boğazdaki yarıştan bir görüntü. BU sene sert lodosta yarışıldı malum.. Tayo Mar , orsa gidiyor. Bordo olan trinket efendim. , Bocurum kuyruktaki.
Nedense bu bloğa koyduğum videolar gözükmüyor. Desteklemek için Heyamola Face sayfasına da bir iki video ekleyeceğim.
19 Aralık 2016 Pazartesi
SORULAR...SORULAR...SORULAR...
Kaptan şöyle dönüp bir baktı dümen suyuna ;
Hızla arkasında kalıyordu birbiriyle yarışan köpükler ve şekiller oluşturuyordu pervanenin etkisi ile.
Tekrar ufka döndüğünde bakışları, derin düşüncelere dalmıştı.
"Acaba" diyordu, bu güzelliklere bakarken, "hayatımız da bu dümen suyu gibi hızla akıyor ve her şeyi kaçırıyor muyuz yoksa uyum içinde miyiz hayatla"
Tekne miyim yoksa dümen suyu mu ?
Nihayetinde hayat bir limandan ayrılıp yakın yada uzak bir başka limana ulaşmak değil mi ? Hayat ile eşdeğer midir bu seyir ? Peki karada ki her anımda neler kaçırıyorum ?
Düşün, denize her açıldığında hissetiklerini, teknene her dokunduğunda ki mutluluğunu.
Kara da iken nasıl özlüyorsun ? Aklın hep onda değil mi ? Ahh şimdi havuzluğunda olmak vardı, dümen başında. Rüzgarı sadece yüzünde değil ruhunda hissetmek. Yelkenlerin sesi, teknenin dalgalarla oynaşması.
Evren ile bir bütün olduğunu hissetmiyor musun ?
Tanrı ile konuşmuyor musun ? Gökyüzüne bak, rengarenk gökyüzüne. Pembeler, kırmızılar,turuncular ve nice renk, masmavi bir yerin üzerinde, ayna gibi, ufacık bir nokta gibi hissetmiyor musun kendini. Belki aciz, belki yorgun ama asla yalnız değil.
Cennet var mıdır gerçekten ? Peki bir denizcinin cenneti nasıl olur ki ? Saydıklarımdan farklı mıdır ? Yoksa zaten bir denizci kendi cennetini bulmuş mudur ? İnsan niye çalışır çabalar ki bu dünyada yada öbür dünya için. Her ikisinde de cennete ulaşmak yada cennet gibi bir hayat yaşamak için değil mi ? O zaman eğer bir denizci bulduysa kendi cennetini neden cehennem de yaşamak için ısrar eder ki ?
Bizde hayatın dümen suyuna mı uyuyoruz yoksa. ? Hemen her şeyde onun istediğini yaparak ona uyduğumuza göre.
Evet, evet dümen suyu olmalıyız. Olmasaydık, kendi cennetimizden böyle çok uzak dururmuyduk? Suçu hayata atıyoruz, oysa hayat seçenek vermiş. "Al" demiş. "işte senin cennetin, istiyormusun ? Az ile yaşa, huzur ile yaşa, mutlu ol " yada "Git, insanoğlunun kendi elleriyle hazırladığı cehennemde yaşa"
Vazgeçemiyoruz, bize dayatılandan, her şeyin "çoğunu" istiyoruz. Şu Meksikalı balıkçı ile zengin iş adamı hikayesinde ki gibiyiz. Bizi mutlu edecek şeyleri biliyoruz ama aç gözlü olabilir miyiz ?
İlk limanımız doğumhane idi, gideceğimiz son liman belli. İki liman arasında neler kaçırıyoruz ?
Yoksa tekne miyiz ? yani hayatın ta kendisi. Yavaş yavaş ilerliyoruz, rüzgarın götürdüğü yönde. Peki, rüzgarın götürdüğü yönde mi gitmek iyidir yoksa dümenin başında istediğimiz yöne mi gitmek ?
Yarına çıkmak için senedimiz var mı ? Hayallerimize, bizi beklediğini bildiğimiz cennete ulaşmak için ne bekliyoruz ?
Az ile çok ve mutlu yaşamak mı ? Çok ile az ve mutsuz yaşamak mı ?
Hızla arkasında kalıyordu birbiriyle yarışan köpükler ve şekiller oluşturuyordu pervanenin etkisi ile.
Tekrar ufka döndüğünde bakışları, derin düşüncelere dalmıştı.
"Acaba" diyordu, bu güzelliklere bakarken, "hayatımız da bu dümen suyu gibi hızla akıyor ve her şeyi kaçırıyor muyuz yoksa uyum içinde miyiz hayatla"
Tekne miyim yoksa dümen suyu mu ?
Nihayetinde hayat bir limandan ayrılıp yakın yada uzak bir başka limana ulaşmak değil mi ? Hayat ile eşdeğer midir bu seyir ? Peki karada ki her anımda neler kaçırıyorum ?
Düşün, denize her açıldığında hissetiklerini, teknene her dokunduğunda ki mutluluğunu.
Kara da iken nasıl özlüyorsun ? Aklın hep onda değil mi ? Ahh şimdi havuzluğunda olmak vardı, dümen başında. Rüzgarı sadece yüzünde değil ruhunda hissetmek. Yelkenlerin sesi, teknenin dalgalarla oynaşması.
Evren ile bir bütün olduğunu hissetmiyor musun ?
Tanrı ile konuşmuyor musun ? Gökyüzüne bak, rengarenk gökyüzüne. Pembeler, kırmızılar,turuncular ve nice renk, masmavi bir yerin üzerinde, ayna gibi, ufacık bir nokta gibi hissetmiyor musun kendini. Belki aciz, belki yorgun ama asla yalnız değil.
Cennet var mıdır gerçekten ? Peki bir denizcinin cenneti nasıl olur ki ? Saydıklarımdan farklı mıdır ? Yoksa zaten bir denizci kendi cennetini bulmuş mudur ? İnsan niye çalışır çabalar ki bu dünyada yada öbür dünya için. Her ikisinde de cennete ulaşmak yada cennet gibi bir hayat yaşamak için değil mi ? O zaman eğer bir denizci bulduysa kendi cennetini neden cehennem de yaşamak için ısrar eder ki ?
Bizde hayatın dümen suyuna mı uyuyoruz yoksa. ? Hemen her şeyde onun istediğini yaparak ona uyduğumuza göre.
Evet, evet dümen suyu olmalıyız. Olmasaydık, kendi cennetimizden böyle çok uzak dururmuyduk? Suçu hayata atıyoruz, oysa hayat seçenek vermiş. "Al" demiş. "işte senin cennetin, istiyormusun ? Az ile yaşa, huzur ile yaşa, mutlu ol " yada "Git, insanoğlunun kendi elleriyle hazırladığı cehennemde yaşa"
Vazgeçemiyoruz, bize dayatılandan, her şeyin "çoğunu" istiyoruz. Şu Meksikalı balıkçı ile zengin iş adamı hikayesinde ki gibiyiz. Bizi mutlu edecek şeyleri biliyoruz ama aç gözlü olabilir miyiz ?
İlk limanımız doğumhane idi, gideceğimiz son liman belli. İki liman arasında neler kaçırıyoruz ?
Yoksa tekne miyiz ? yani hayatın ta kendisi. Yavaş yavaş ilerliyoruz, rüzgarın götürdüğü yönde. Peki, rüzgarın götürdüğü yönde mi gitmek iyidir yoksa dümenin başında istediğimiz yöne mi gitmek ?
Yarına çıkmak için senedimiz var mı ? Hayallerimize, bizi beklediğini bildiğimiz cennete ulaşmak için ne bekliyoruz ?
Az ile çok ve mutlu yaşamak mı ? Çok ile az ve mutsuz yaşamak mı ?
AHŞAP TEKNE MERDİVENİ
Dün fotoğrafını koymuş olduğum bu ahşap merdivenin hikayesi aslında bir iki günlük değil , neredeyse iki yıllık sevgili dostlar. Yukarıdaki henüz itmemiş ham hali.
Şimdi efendim hikayenin temelinde benim ahşap takıntım ve daha sonra ortaya çıkmış bulunan Tayo Mar 'a yakışıp yakışmama meselesi.
Aslında iki yıl önce , Perşembe pazarında bir ahşap işliğinde bulmuştum bir merdiven. Satıcı pahalıca bir fiyat söyleyince ben benim düşündüğüm fiyatı söyledim. Satıcı çetin ceviz çıktı. İki yıl her Perşembe pazarına gidişte uğradım. Yahu zaten benim tekneden başka tekneye uyması da mümkün değil. Yok .. satmıyor adam. Nuh diyor Peygamber demiyor .
Bu süreçte neler gelmedi ki başıma. Her türlü ip merdiveni alıp denedim. Hatta bir keresinde kendim bile yaptım bir tane. Ama o yeğe göğe sığdıramadığım şarap kesiti yok mu Tayo Mar 'ın. .. Her yeni merdivende doğru suya .. Sonra cebelleş dur. Tüm ip merdivenler teknenin altına kaçıyor. Çıkmak mümkün değil. Hani şu meşhur gerilim filimi var ya . adamların hepsi denize atlıyor ve tekneye çıkamıyorlar.. Benim de durumum bu. Birde rezil olmayayım diye dip bucak yerlere demirleyip deniyorum ya merdiveni. Hani yardım istesem yardım edecek kimse de yok.
Bu aşamada sevgili eşim de nasibini aldı bu merdiven işinden. Telefon konuşması şöyle..
-Aşkım ...... den yeni bi merdiven aldım..
-Yine mi .. eeee..???
-Şimdi ben suya atlıyorum..
-???
-Yarım saate seni aramaz isem tekneye çıkamadım demektir.
-Antigoni restoranı ara gelip beni kurtarsınlar.
-Kocam manyakmısn sen yaa..
Bu ve benzer konuşmalar tam üç kere yapıldı sanırım. Birincisinde bir usturmaça merdiven ile, ikincisinde plastik vir ip merdiven ile ve sonuncusunda da kendi yaptığım ip merdiven ile.
Hepsi hüsran ile sonuçlandı. İnadım inat almıyorum merdiveni. Her gidişimde kedi ciğer misali nasıl da imreniyorum ama.
Geçen yıl merdiven işini çözemedim velhasıl. Bu sefer Perşembe pazarından ucuzundan bir Çin malı merdiven aldım. İçime sinmedi ama olsun. Kendi kendimle kavga ediyorum.
-Bu ne rezil şey yaa..
-Ahşap manyağı geri zekalı herkes bunu kullanıyor
-Çok çirkin bu yaa..
Ve ilk denememde basamak yerinden çıkıverdi. Dayanaklar da sıyırdı. O hışımla merdiveni geri götürdüm. Aldığım mağaza kapalı. Ancak aynı merdiveni satanlar da var. Girip söyleniyorum. BU kadar dandik merdiven satılır mı diye.
Dükkanlardan biri mal tedarik eden toptancının Perşembe pazarında olduğunu söyledi. Arayıp, müşteri şikayeti olduğunu , hemen gelmesini söyledi. Firma temsilcisi geldi. Benzer şekilde söylenip durdum. Adamcağız belki imalat hatası vardır diyerek , yenisi ile değiştirdi merdiveni.
Düşünün artık nasıl söylendiysem artık. Başka bir dükkandan aldığım merdiveni başka bir dükkandan değiştirdim.
Yunana gideceğim , son hazırlıklar artık. Ama içime de bir kurt düştü artık. Sağlamlaştırmam lazım merdiveni. Bu sefer alüminyum borudan imal , plastik merdivenlerin arasına halat doladım. İki basamak arasında halat sıkışınca , diğer basamakları da aynı şekilde sağlamladım. abi aynı halattan olmayınca başkaca başkaca artık ve eski halatları dolayıp duruyorum. Hepsi farklı kalınlıkta ve renklerde birde ..
Zaten merdiveni beğenmiyorum.. Bu hali ile görünümü tam bir felaket.. ama bu sefer taş gibi oldu merdiven..
Ama öyle çirkin ki .. Teknede gözümün görmeyeceği yerlere koyuyorum hep. İnadına gözüme takılıyor sürekli. Sanki bir canlı varlıkmış gibi acımaya başladım merdivene resmen.
Ama her kullandığımda herkes bana bakıyor gibi geliyor. Ne yapayım alenen utanıyorum merdivenden.
Araştırmadığım ,bakmadığım site kalmadı.. Yok ki yok.. İçime sinen bir merdiven bulamıyorum.
İş o dereceye geldi ki eski İş teknelerinin fotoğraflarnı araştırıyordum artık. Bir tane merdivenli resim bulamadım. Nasıl çıkıyor kardeşim bunlar tekneye diye söylenip duruyorum.
Kafamda bir dolu zihni sinir projeleri oluşuyor. Her biri tam istediğim gibi değil. Güzel olacak , sağlam olacak. Ahşap olacak, kaldırdığımda başka bir işe yararayacak (paserella ya da bumba taşıyıcısı gibi ) Pirinç vida ve aksamlar ile sağlamlaştırılacak, İyi , kaliteli ahşaptan olacak. Olacak da olacak..
Yaa işte öyle dostlar , öyle kolay olmadı yani. Durun yahu , nasıl yaptım onu da anlatacağım.. Bir iki soluklanayım..
Dün fotoğrafını koymuş olduğum bu ahşap merdivenin hikayesi aslında bir iki günlük değil , neredeyse iki yıllık sevgili dostlar. Yukarıdaki henüz itmemiş ham hali.
Şimdi efendim hikayenin temelinde benim ahşap takıntım ve daha sonra ortaya çıkmış bulunan Tayo Mar 'a yakışıp yakışmama meselesi.
Aslında iki yıl önce , Perşembe pazarında bir ahşap işliğinde bulmuştum bir merdiven. Satıcı pahalıca bir fiyat söyleyince ben benim düşündüğüm fiyatı söyledim. Satıcı çetin ceviz çıktı. İki yıl her Perşembe pazarına gidişte uğradım. Yahu zaten benim tekneden başka tekneye uyması da mümkün değil. Yok .. satmıyor adam. Nuh diyor Peygamber demiyor .
Bu süreçte neler gelmedi ki başıma. Her türlü ip merdiveni alıp denedim. Hatta bir keresinde kendim bile yaptım bir tane. Ama o yeğe göğe sığdıramadığım şarap kesiti yok mu Tayo Mar 'ın. .. Her yeni merdivende doğru suya .. Sonra cebelleş dur. Tüm ip merdivenler teknenin altına kaçıyor. Çıkmak mümkün değil. Hani şu meşhur gerilim filimi var ya . adamların hepsi denize atlıyor ve tekneye çıkamıyorlar.. Benim de durumum bu. Birde rezil olmayayım diye dip bucak yerlere demirleyip deniyorum ya merdiveni. Hani yardım istesem yardım edecek kimse de yok.
Bu aşamada sevgili eşim de nasibini aldı bu merdiven işinden. Telefon konuşması şöyle..
-Aşkım ...... den yeni bi merdiven aldım..
-Yine mi .. eeee..???
-Şimdi ben suya atlıyorum..
-???
-Yarım saate seni aramaz isem tekneye çıkamadım demektir.
-Antigoni restoranı ara gelip beni kurtarsınlar.
-Kocam manyakmısn sen yaa..
Bu ve benzer konuşmalar tam üç kere yapıldı sanırım. Birincisinde bir usturmaça merdiven ile, ikincisinde plastik vir ip merdiven ile ve sonuncusunda da kendi yaptığım ip merdiven ile.
Hepsi hüsran ile sonuçlandı. İnadım inat almıyorum merdiveni. Her gidişimde kedi ciğer misali nasıl da imreniyorum ama.
Geçen yıl merdiven işini çözemedim velhasıl. Bu sefer Perşembe pazarından ucuzundan bir Çin malı merdiven aldım. İçime sinmedi ama olsun. Kendi kendimle kavga ediyorum.
-Bu ne rezil şey yaa..
-Ahşap manyağı geri zekalı herkes bunu kullanıyor
-Çok çirkin bu yaa..
Ve ilk denememde basamak yerinden çıkıverdi. Dayanaklar da sıyırdı. O hışımla merdiveni geri götürdüm. Aldığım mağaza kapalı. Ancak aynı merdiveni satanlar da var. Girip söyleniyorum. BU kadar dandik merdiven satılır mı diye.
Dükkanlardan biri mal tedarik eden toptancının Perşembe pazarında olduğunu söyledi. Arayıp, müşteri şikayeti olduğunu , hemen gelmesini söyledi. Firma temsilcisi geldi. Benzer şekilde söylenip durdum. Adamcağız belki imalat hatası vardır diyerek , yenisi ile değiştirdi merdiveni.
Düşünün artık nasıl söylendiysem artık. Başka bir dükkandan aldığım merdiveni başka bir dükkandan değiştirdim.
Yunana gideceğim , son hazırlıklar artık. Ama içime de bir kurt düştü artık. Sağlamlaştırmam lazım merdiveni. Bu sefer alüminyum borudan imal , plastik merdivenlerin arasına halat doladım. İki basamak arasında halat sıkışınca , diğer basamakları da aynı şekilde sağlamladım. abi aynı halattan olmayınca başkaca başkaca artık ve eski halatları dolayıp duruyorum. Hepsi farklı kalınlıkta ve renklerde birde ..
Zaten merdiveni beğenmiyorum.. Bu hali ile görünümü tam bir felaket.. ama bu sefer taş gibi oldu merdiven..
Ama öyle çirkin ki .. Teknede gözümün görmeyeceği yerlere koyuyorum hep. İnadına gözüme takılıyor sürekli. Sanki bir canlı varlıkmış gibi acımaya başladım merdivene resmen.
Ama her kullandığımda herkes bana bakıyor gibi geliyor. Ne yapayım alenen utanıyorum merdivenden.
Araştırmadığım ,bakmadığım site kalmadı.. Yok ki yok.. İçime sinen bir merdiven bulamıyorum.
İş o dereceye geldi ki eski İş teknelerinin fotoğraflarnı araştırıyordum artık. Bir tane merdivenli resim bulamadım. Nasıl çıkıyor kardeşim bunlar tekneye diye söylenip duruyorum.
Kafamda bir dolu zihni sinir projeleri oluşuyor. Her biri tam istediğim gibi değil. Güzel olacak , sağlam olacak. Ahşap olacak, kaldırdığımda başka bir işe yararayacak (paserella ya da bumba taşıyıcısı gibi ) Pirinç vida ve aksamlar ile sağlamlaştırılacak, İyi , kaliteli ahşaptan olacak. Olacak da olacak..
Yaa işte öyle dostlar , öyle kolay olmadı yani. Durun yahu , nasıl yaptım onu da anlatacağım.. Bir iki soluklanayım..
18 Aralık 2016 Pazar
Sevgili dostlar,
Bence hepinize teşekkür etmekte geç bile kaldık. Kaan , Ahmet , Bülent ve Ben , anılarımızı paylaşacağımız bir blog kurup, yazalım istemiştik. Açıkçası bu kadar ilgi ve katılım beklemiyorduk. İş bizi geçti sevdiğimiz başkaca dostlar da yazmaya , bu yazılanlara yorumlar yapılmaya başlandı.
Bizler bu bloğu herhangi bir yaşanmışlık sonucu duyduğumuz tepki nedeni ile açmadık. Kimsenin rakibi olmayı , kimse ile bir şeyler yarıştırmayı da hiç düşünmedik. Denizde olmayı ve yaşadıklarımızı paylaşmayı seviyoruz hepsi bu.
Burada yazdıklarımı daha hiç bir dostumla da paylaşmadım gerçi ancak görünen o ki bu blog kalıbı bize dar geliyor ve bu artarak devam edecek. Yazmak isteyenler ya da yorum bırakmak isteyenler için format çok yetersiz ve çok değerli konular aşağılarda kalıp kayboluyor. Hala keyifle okuyayım diye sona sakladığım ve hala okuyamadığım yazılar var.
Dedim ya kimseye rakip olmak gibi bir durumumuz yok. İhtiyacımız hevesimiz de yok. Kimi işleri biz daha iyi yaparız ya da bizim önerilerimiz daha doğrudur gibi bir savımız , acelemiz de yok.
Gerçi biz istemesek de formatı değiştirdiğimizde kendiliğinden rakip olurmuyuz gibi bir kaygı taşımıyor da değilim .
Peki bu son derece amatörce hazırlanmış olan Heyamola'ya bu kadar ilgi sadece yazılanlara duyulan ilgi midir ? Yoksa yeni bir formata duyulan bir ihtiyacın da etkisi var mıdır ?
Bilmiyorum. Ama tartışılabilecek bir konu. Belki de daha erken bile denebilir aslında ancak sorun şu ki blog formatının kalıbı bir süre sonra Heyamola'nın gelişimini de olumsuz etkilemeyecek mi ? O yüzden daha işin başında ileride değiştirmeye kalktığımızda zorluklar yaşayacağımız Forum yapısına şimdiden mi geçmeli.?
Peki gelmek istediğimiz nokta bu mudur.? Kafam karışık gerçekten.. Ya tepki gösterdiğimiz şeyleri yapan bu sefer bizler olursak.? "Bu ne yaman bir çelişki " olmaz mı ?
Ne dersiniz.? Fikri olan.. ?
Ersin Böke
Ersin Böke
Seyir Notlarından (Gümüşyaka - Marmara Ereğlisi) Mayıs 2015
Gümüşyaka’ya vardıktan sonra üç gün boyunca Marmara Ereğlisi’ne varmaya çalışsam da gerek havanın durgun olmasi, gerekse rüzgar ve dalga durumunun orsa seyri yapmamı olanaksız kılması zaman kaybetmeme neden oldu. Bunun dışında Gümüşyaka'daki günlerimde Süvari Beyin evinde konuk oldum.
Süvari bey elli yıla yakın uzak yol kaptanlığı yapmış alaylı bir büyüğümüz. Kendisinin deyimiyle kendisi gibi dinozorlardan sadece dört kişi kalmış. Zaman zaman Üsküdar'da toplanıp sohbet ederlermiş.
Günün birinde yaşça en büyük olan Süvari Bey (Doksan üç yaşında) bizim Süvari Beye (Yetmiş iki yaşında) "Oğlum kap getir bir çay diye" seslenmiş. Bizimki de çayı alıp hizmet etmiş. Bunun gören görevli bir kadın şaşkın bakışlarla kalakalmış. "Bizde böyledir" diyor Süvari Bey. Ben de samimiyetimize istinaden bundan sonraki yazılarımda kendisinden söz ederken Beybaba diye hitap edeceğim.
Bizim Beybabanın muhteşem bir evi var. Üç katlı, bahçeli, garajlı çok denizci bir ev. Evet , denizci dedim. Sebebi bahçesindeki çarmıhı, ıstralyalarıyla direği, küçük havuzunda yüzen gemicikleri, kocaman çıpası ; garajında birkaç teknenin yedek parça gereksinimini karşılayacak el aletleri, denizcilik donanımları, sağ kalma elbiseleri, bantlar, spanzetler neler neler ; Evinin üç katında ise tekerlek üzerinde dönen küçük yelkenli tekneler, uzak diyarlardan getirdiği çeşitli egzotik eserler, çan, vinç saymakla bitmez.
Kediler için imal edip bahçesine koyduğu kedi evlerini de söylemeden geçemeyeceğim.
Gümüşyaka'da zaman geçirirken çarmıh iplerinden birinin kopması daha sağlam bağlantı ipleri kullanmama neden oldu.
Son gün artık bir şekilde seyre çıkmam gerekiyordu. Rahmetli babaannemin nasihati : "Kardeşin olsa bile misafirlik en çok üç gündür." Beni bu süre içinde misafir eden kırk beş yıllık uzak yol kaptanı Tuncay Beybabayla vedalaştım. Hafif esen bir rüzgarla Sultanköy önlerine kadar vardım. Ancak rüzgar yine kesildi.
İstanbul’dan Gümüşyaka'ya kadarki seyir boyunca gözlemlediğim kadarıyla rüzgarsız günlerde akşam üstleri birçok kere rüzgar esmeye başlayabiliyordu. Bunun ümidiyle kürek çekmeye başladım.Orsa 1 yapısı gereği kürek çekme konusunda herhangi ahşap kayığa göre randıman vermiyor olsa da en azından kaplumbağa hızında yol alabiliyordum. Bir kaç saat kürek çektikten sonra Marmara Ereğlisi Botaş önlerine kadar vardım. Bu sırada beklediğim rüzgar pupadan gelmeye başladı. Bunun mutluluğuyla seyir yaparken rüzgar kendini daha da hissettirdi. Botumun kendine özgü koşullarında kendimi uçuyor gibi hissettim.
Çok keyifli bir seyirden sonra birkaç kavança ile Marmara Ereğlisi balıkçı barınağına vardım.
15 Aralık 2016 Perşembe
KIŞ SEYRİ..
KIŞ SEYRİ..
Antik Yunan
'da doğa olaylarını kişileştirmesi ve tanrılaştırması, onları anlayabilmek için
miydi acaba?
Poseidon 'dan önce deniz tanrısı olarak anılan
, Homeros'un "deniz ihtiyarı "
diye adlandırdığı Proteus, , şekilden şekle girebilmesi ile, denizin her an
değişebilen yanını, kestirilemez tabiatını temsil edermiş.
Denizin
altında , Ege denizinde Euboea (Eğriboz ) adasın açıklarında yaşadığına
inanılan Poseidon, Deniz atlarının çektiği bir savaş arabasını sürüyormuş , ve O'nun geçeceği denizler önceden çarşaf
gibi dümdüz ve kıpırtısız oluyormuş.
İşte bugün,
binlerce yıllık geçmişi olan ancak o geçmişten eser kalmamış , Küçükyalı,
Kalamış arasındaki deniz kıyısından Poseidon 'un uğramayacağı bugün çok açıktı. Tam tersine
bugün buralarda " kancık " Proteus dolanıp durmaktaydı.
En son,
Mustafa abi, Ahmet ve ben , sert hava seyri yaptığımızda , Mustafa abinin
dümende Tayo Mar 'ı nasıl da kendi haline bırakıp , seyir yaptığını hayranlıkla
ve dikkatlice izlemiştim.
Tayo Mar , o
seyirde Kalamış'a doğru orsa seyri ile yol alırken , O'nu tamamen özgür
bırakmıştı. Tekne , belli bir süre rüzgar üstüne dönüp, dengeye ulaşmış ve
neredeyse hiç bir müdahaleye gerek duymaksızın yürümeye devam etmişti. Bu kadar
sert havada neredeyse hiç dümen tutmadan ya da dümene yük bindirmeden seyir
yapmıştık.
Ve işte gün
bu gündü , Bu seyirden daha sert bir havada ben de teknemi böyle kullanabilecek
miydim? sağanaklarda 30 knot esen bir havada ,nereden biliyorsun
diyeceksiniz... sende rüzgar ölçer yok ki.. 30 knot ve üstünde çan kendi
kendine çalmaya başlıyor, oradan biliyorum.
Sadece ana
yelken , ikinci camadan da ve trinket açık halde seyir başladı. Önceleri kendim
dümen tutmaktaydım ve Tayo Mar 15 derece yatmış, Dar apaz seyir halinde idi.
Sağanaklarda
biraz daha yatıyor , sonra tekrar düzeliyor yani 15 dereceye geri geliyordu.
Dümende
neredeyse hiç yük yoktu ve ben , artık kendini hissettiren Kış ile ara ara
yüzünü gösterip "daha bitmedi" diyen sonbahar güneşinin iliklerimi
ısıttığı bir tuhaf ruh hali ile seyir yapmaya devam ettim. Bir ara durum öyle
bir hal aldı ki , böyle bir havada kontrolü bırakıp, kendime kahve yapıp, geri
geldim ve havuzluğa uzandım. Kalamış a yaklaştığımızda , her zaman olduğu gibi
rüzgar daha kuzeye döndü ve neredeyse tam kafadan esmeye başladı. Bunu bilen ve
bu işlere ilk başladığımda bir türlü yelken ile marinaya dönemeyen ben, artık
bir miktar tecrübelendiğimden, Küçükyalı koyunun içinde doğru girmiş idim.
Kafayı açıp,
Tayo Mar 'ı öreke taşının tam üzerine gelecek şekilde döndürdüm. Orsa
gidebilmek için ise artık floğu açmak gerekiyordu. İşte sınama anı gelip
çatmıştı. Mustafa abi ve Ahmet ile seyir yaparken benzer durumda floğu açmış ve
seyre istediğimiz hızda devam etmiştik. İlaveten beş derecelik bir yatma
meydana gelmişti. Oysa şimdi hava daha sertti ve ben tek başımaydım.
Böyle arar
verme anlarında neden se hep rüzgarın hızı artıyor ya da bana öyle geliyor.
Kayak yapanlar bilir, hani bir tepenin başına gelir, eğimi tartarsınız ya. Hani
gözünüze çok dik geldiği olur. Kaysam mı ,kaymasam mı diye düşünürsünüz.
Sonra bir anda fırlarsınız ve adrenalin
tavan yapar ya.. Buda öyle bir durum işte. açsam mı , açmasam mı..? Ya daha çok
bayılırsa ? ya kontrol edemez isem.. ?Çünkü artık dalga da var.. Manyak mısın
Ersin ne acelen var ..? gidiyorsun ya böyle mis gibi..
Ve , serbest
kalan furling tamburu hızla döner , floktan "paaat " diye ses gelir.
Trinket, floku görmemi engellediğinden bu paaat sesi çok önemlidir benim için ,
flokun trimi tamam yani.. içi rüzgarla doldu demek.. Bu paat sesi ile birlikte
gözüm biraz kısılır, dişlerimi sıkarım. Aynı zamanda bir alarmdır çünkü.. Tayo
Mar , iyice bayılır , küpeşte suya iyice yaklaşır ve denizlerin küpeştenin
hemen kenarından nasıl aktığını görürüm.
.
Şimdi Tayo
MAr , hızla kıyıdan uzaklaşıp yol almaya başladı.. Rüzgar bindirdikçe
bindiriyor. Ama olsun bu sefer daha stabil.. Öreke kayasının açığın kadar böyle
yol alıyoruz. Vee Moda koyundan kopup gelen rüzgar küpeşteyi suya öptürüyor.
Atık böyle devam etmek mümkün değil. Yelken küçültme vakti. Çan deli gibi
çalıyor..
Böyle
durumlarda ben rüzgar üstüne dönmek yerine , rüzgar altına Pupa seyrine
geçiyorum. Bu şekilde Tayo Mar da flok ve trinketi toplamak daha kolay oluyor.
Ana yelken gölgesinde kalan her iki yelken de resmen balon gibi sönüyor çünkü.
Yaptığım makara sistemi ile her ikisini de rahatlıkla havuzluktan
toplayıveriyorum. Tek başına kalan ana yelken , Tayo MAr 'ı hızla rüzgar üstüne
çevirecek ..
Bir iki
saniye bekliyorum. Yelkenin bumbası havuzluğa doğru dönmeye başlarken salıveriyorum sereni .. Hooop, o da
anında aşağıda..
Seren , özellikle böyle sert havalarda yelken
toplarken çok rahat ettiriyor adamı. ağırlığı ile düşüveriyor aşağı yelken ile
birlikte. Yelkeni hemen iki yanından bağlıyorum. Torbalanıp, şişmesin diye.
Şimdi artık 14 beygir makine devrede.. Doğru mazot iskelesine..
Kalamış
marinada kuytudaki mazot iskelesi bile esiyor. Eskiden olduğu gibi pompacıya
bir ıslık.. Telsizin çalışmadığı zamanlarda palamar isterken de kulenin
yanından geçerken ıslık çalardım. Palamarlar alışmıştı artık.. Hey gidi
günler.. O dönem eşşek kadar yere palamar sız yanaşamıyormuşum demek.
Pompacı önce
kıç halatı veriyor. Ayıp ama.. İnsan biraz denizcilik öğrenir. Kızıyorum.
Rüzgar kafadan esiyor baş halatı ver önce diye söyleniyorum. Oysa aynı ben
birazdan bahçe hortumundan bana su versin diye nasıl da kibar olacağım. Demek
diyorum kendi kendime, istersen kibar olabiliyorsun.
Mazot 125 TL
. Depo hayli boşalmış.. Biraz soluklanıyorum. Bu arada Zello da en nihayet
Orhan abi ile temas sağlandı. Orhan abi olabilecek en kötü havada yukarı
tırmanıyor. İyi seyirler diyoruz hep beraber. Can hocanın çok yakınında
Tirilya. Ancak Orhan abi girmiyor Sığacığa yola devam ediyor. Sanırım o an
Orhan abiyi en iyi ben anladım. Denizde bir ben varmışım hissine kapılıyorum.
Çıkışta
bakıyorum hava 30 'u geçmiş. Kuru direk 5 derece yatıyor Tayo Mar. Karşıda bir
yarış teknesi antrenman yapıyor belli. Neredeyse salması gözükecek. O kadar
yatmış. Bakıyorum yelken küçültüyor. O da.. Karşıdan bir tekne daha geliyor..
Sadece cenovası açık.. Off Allahım.. neden açmazlar şu ana yelkeni..
Yarış teknesi
, yelkenleri küçültünce doğrulup, yol almaya başlıyor. Karşımdaki de biraz önce benim yediğim tokadı
Moda koyuna girişte yiyiverince , O da cenovayı küçültmeye balışıyor. Rüzgar
üstüne dönüp, cenovasını küçültüyor. Sonrasında bakıyor olacak gibi değil
tamamen kapatıyor.
Ben
avantajlıyım. Ben de yelkenler küçük. Bunlar yelken küçültürken ben trinketi
tamamen basıveriyorum. Şu havuzluktan trinketi açma kapama işi çok iyi oldu
valla. Aklımı seveyim. Modern
yelkenliler yelken küçültürken /kapatırken yelken basıyor olmak hoş bir duygu.
Ee.. her havada basacak bir yelken var bizde..
Moda koyundan
çıkınca , hav kalıyor biraz. Çan ara ara çalıyor ama hala.. Gevşeme diyor..
Hava hala sert .. Tayo Mar, sadece trinket ile 2,5 3knot hız ile Küçükyalı'ya
doğru yol alıyor.
Aslında şimdi
bocurum zamanı. Onun da düzeneğini yeni kurdum malum. Hemen açıveririm
aslında.. Üstelik sivriden dönerken denedim , gayet başarılı. Ama bir güne bu
kadar adrenalin yeter. Aslında açacaktım da telefondan Hakan'ın sesi geliyor .
"Ersin ,
ben arabaya giderken üşüdüm ,ne işin var denizde.. ? "
Görse, hepten
üşüyecek. Üzerimde yağmurluk, altımda
mayo, ayaklar çıplak.
Vazgeçiyorum..
Yoruldum.. Bir kahve daha.. Kamaraya iniyorum, ohh kamara sıcak geliyor bir
anda.. Üşümüş müyüm ne.. ?
Sallana
sallana devam ediyorum yola. Karşımda iki sörfçü bu havada sörf yapıyorlar. Tek
manyak ben değilim demek ki. Bir ara birisi düşüyor. Baya bir suda kalıyor.
Telaşlanıyorum. Sonra bakıyorum , borda tırmanıyor. Bordun üzerinde bir süre
yatıyor. Soluklanıyor anlaşılan. Bilirim bu durumu. O tahta yataktan yumuşak
gelir adama. Bir hey gidi günler de sörfçüye.. Sonra alıp yelkenini çıkıyor
menzilden.
acaba
diyorum, emekli sörfçü olduğumdan mıdır nedir. Yalnız seyir korkutmuyor beni..
Ya da başkalarına göre daha az korkutuyor.
Küçük Yalı
önlerinde rüzgar yine sertledi. Çan yine çalıyor. ancak deminki gibi şiddetli
değil.. Küçük Yalı ya doğru 10 derece dönüyorum. Tam barınağın girişine. Tayo
Mar biraz daha hızlanıyor. Hızlanıyor derken yarım milcik daha. Olsun.. yarım
mil yarım mildir. Hoşuma gidiyor.
Barınağa
giriyorum. Mahir Abi hala yok.. Ohh rahat rahat baştan kara yapıp,
bağlanıyorum. Tümay çok iyi yere tonoz atmış.. Tonozu voltalıyorum.
Havuzluk
savaş alnı gibi olmuş bu arda.. Her yer her yerde.. Şu denizcilik terimleri de
komik aslında.. “ Havuzluğu neta et..” dedin mi tek kelime ile yapılacak kaç iş
var. Balançinayı kas, pupa çarmıhlarını ger.. fazlasını voltala, ana yelken
ıskotasını roda et. Serenin makarasını çöz. Daha neler neler.. Öööff .. kim
uğraşacak şimdi.. Seriliyorum havuzluğa.
Yemek sonrası
annem yorgun olduğunda sofrayı kaldırıp, bulaşıkları yıkamak çok zor gelirdi
kadıncağıza.. “ yoknaazz gel şu sofrayı kaldır bulaşıkları yıka “ diye
seslenirdi öyle..
Zihnimden “
Yoknaaaz , gel şu havuzluğu neta et “ diye bağırıyorum. Yoknaz yıllardır olduğu
gibi yok işte yine. Annem de ..
Güneş yine
bulutların arkasında. Kış geldi. Tayo Mar, sezonu açılmıştır efendim. Buradayız bekleriz..
Böke.
Böke.
13 Aralık 2016 Salı
BİSİKLET
2015 yılında başka bir forum da paylaştığım küçük bir çocukluk anısı.
Tabii ki o zamanlar, semtlerin dostlukları, komşulukları, kültürel özellikleri daha bir öndeydi. Bir çok kişinin konuşmasından hareket ve tavırlarından nereli yada hangi semt sakini olduğunu anlamak daha kolaydı.
Hiç kimsenin, özellikle de çocukların kimseyi başkalaştırmadıkları zamanlar.
Bulunduğumuz semt o kadar fazla, çok kültürlü idi ki günlük hayatta konuşulan diller birbirine o kadar çok geçmişti ki yakın çevrede kimse yabancılık çekemezdi diğer insanların yanında. Tüm insanların günün her saatinde birbirine güler yüzle baktığı, selamlaştığı, saygı duyduğu o güzel zamanlar asla unutmayacak ama bir o kadar da anılarda kalacak.
Benim için o zamanlar, gittiğim her yer ve toplulukta onların içlerinde olmak, her şeyi paylaşmak çok özeldi.
Düşünsenize, her gün içinde olduğunuz toplumu. Camiden çıkanların yanından koşarak kilisenin bahçesine girer, Papaz Mihalin amcadan izinle erik toplar, koşarak aşağıda ki sinogog da mola verir Haham Salomon'un kupayla verdiği su'dan içer, Fenere gelince rum mahallesin de kızları görür birden yavaşlardık.
Ayvansaray da kayıkhanelerin son zamanları, kaldırılmaya başlanmıştı yavaş yavaş. Deniz ve tekneleri ilk oralarda tanımaya başladım. Denizcilerle de ilk o zaman tanıştım. Kendilerine has konuşmaları vardı. Yardımlaşmaları, iyilikleri unutulacak gibi değildi, bir o kadar da kavgaları, akşam olduğunda kurulan rakı sofraları, anlatılan hikayeler, hepsinin ayrı ayrı hayat deneyimleri. Bana hep kitaplardan fırlamışcasına yaşanılan zaman ve mekanlar olarak gelirdi. Haliyle hem bu denizciler hemde semtin tüm insanlarına öğrettiği, bir dövme gibi herkesin "ait olduğu yer" i gösteren "argo" ile orada tanıştım. Pek severim doğrusu argoyu. Doğru kullanıldığın da apayrı bir kültürdür anlayanlar için. Çok hüzünlü hikayeleri, en metanetli, en olgunlukla karşılayıp anlatabilmektir. Aslında "eyvallah" demenin kendine has şeklidir.
Neyse, işte o "denizcilik argo"su ile anlatmaya çalıştığım çocukluk anım.
İyi okumalar.
80'li yılların ilk yarısı, 12-13 yaşlarındayım. Her çocuk gibi bende bisiklet delisiyim. Öyle böyle değil, vita'lı peynirli ekmeği bile sele üstünde kaktırıyorum.
Bisikletimi uçurduğum gibi saatlerce afi kesiyorum. Sürekli voltadayım, sahille ev arası .Her seferinde de evdekilerden alabandayı yiyorum, Ya paçalar yağ içinde kalmış ya düşmüşüm façam kaymış..
Babam sesini hiç yükseltmez,su kaçırmazdı ama öyle atıp kör ederdi ki ulen çıngar çıkarsada laf etmese derdim.
İmam verir talkımı kendi götürür salkımı hesabı öğüt verirdi. Verirdi de o yaşlarda kim dinler ki. Kafa kafa değil payton feneri. Bir kulağımdan giriyor diğerine ulaşmıyor bile.
Yine birgün payandaları çözdüğüm gibi, caddeyi tuttum.
Karagümrük'teyiz. Kariye meydanından sallandınmı aşağıya çağanoz gibi, Ayvansaray, Balat'a indin mi sahilden kır dümeni istediğin yere. En sevdiğim Galata köprüsüne gidip balık tutmak, hamsi bira takılanları seyredip, kokusundan faydalanmak.
Sarayburnun da fener de denize girmek.
Yine öyle yapıyorum.
Geç olmadan eve dönmem lazım, başlıyorum hızla alarga etmeye. Zeyrek'den çıkacağım kestirme olsun diye. Mantara bağlamamak için ivediyim..
Tokadi türbesinin önünden geçiyorum ama bir Fatiha yı çok görerek. Ve 10 metre gitmiyorum ki, girdiğim bir çukurda bisikletim tam ortadaki ek yerinden kırılıyor..
Anam da o kadar demişti, "dua et hayrına, işler gider kolayına" diye..
Bir seksen yerdeyim. Bozum olmuşum ki sorma gitsin. Olanla ölene çare yok, bisikletin haşatı çıkmış, kolumda ve dizim de hatıralıklar.
Sırtlanıyorum bisikleti delikanlı bedenime ve biniyorum tabanvay'a, kasıyor, aşağı vuruyorum,sahile iniyorum gene düz ayak gideyim diye...Ama benim payton feneri kafam işte.
Çakırağa'yı katmıyorum hesaba.
Eve az kaldı, yukarı çıkıyorum o meşhuurr Chora kilisesinin önündeki yokuştan. Yağhaneden meydana çıkacağım. Bilmeyenler için söyleyeyim İstanbul'un en dik yokuşu derler kendisi için, ne kadar doğru bilmem...
Güneşten nar gibi olmuşum, kuyruğu titretmek üzereyim, kan yüzüme hücum etmiş, ağız ve burundan nefes almadığım kesin....
Tam yokuşun ortasında bir araba bodoslamadan geliyor ve duruyor. 52 model Fındık motor marşpiyellerinde kama çakılı Chevy. Ceketi omuzun da herzaman ki gibi, yarı kanlı gözleriyle,
Babam.
Hep çok iplediğim, bir o kadar da üçbuçuk attığım, çok sevdiğim babam...
Bıyık altından gülümsüyor o zaman çakallıyorum amaaa,
" Afferim oğlum afferim.. Hep seni o taşıyacak değil ya, biraz da sen onu taşı.." diyor ve köklüyor gazı...
İşte o gün.. işte o gün ilk defa rahmetliye rahmet okumanın ne olduğunu öğreniyorum.
Ve mahalleye gelip de imanım ahretliklere anlatırken sahneyi, işte o hepimizin bildiği sözleri ilk defa o gün söylüyorum bende..
"Baban'a bile güvenmiycen ooolum, aldınmı yarı yolda bırakmıycek saalam pisiklet alcen"...
Hiçbir zaman yarı yolda kalmamanız dileği ile.
Sevgi, Saygı ve Selametle..
Tabii ki o zamanlar, semtlerin dostlukları, komşulukları, kültürel özellikleri daha bir öndeydi. Bir çok kişinin konuşmasından hareket ve tavırlarından nereli yada hangi semt sakini olduğunu anlamak daha kolaydı.
Hiç kimsenin, özellikle de çocukların kimseyi başkalaştırmadıkları zamanlar.
Bulunduğumuz semt o kadar fazla, çok kültürlü idi ki günlük hayatta konuşulan diller birbirine o kadar çok geçmişti ki yakın çevrede kimse yabancılık çekemezdi diğer insanların yanında. Tüm insanların günün her saatinde birbirine güler yüzle baktığı, selamlaştığı, saygı duyduğu o güzel zamanlar asla unutmayacak ama bir o kadar da anılarda kalacak.
Benim için o zamanlar, gittiğim her yer ve toplulukta onların içlerinde olmak, her şeyi paylaşmak çok özeldi.
Düşünsenize, her gün içinde olduğunuz toplumu. Camiden çıkanların yanından koşarak kilisenin bahçesine girer, Papaz Mihalin amcadan izinle erik toplar, koşarak aşağıda ki sinogog da mola verir Haham Salomon'un kupayla verdiği su'dan içer, Fenere gelince rum mahallesin de kızları görür birden yavaşlardık.
Ayvansaray da kayıkhanelerin son zamanları, kaldırılmaya başlanmıştı yavaş yavaş. Deniz ve tekneleri ilk oralarda tanımaya başladım. Denizcilerle de ilk o zaman tanıştım. Kendilerine has konuşmaları vardı. Yardımlaşmaları, iyilikleri unutulacak gibi değildi, bir o kadar da kavgaları, akşam olduğunda kurulan rakı sofraları, anlatılan hikayeler, hepsinin ayrı ayrı hayat deneyimleri. Bana hep kitaplardan fırlamışcasına yaşanılan zaman ve mekanlar olarak gelirdi. Haliyle hem bu denizciler hemde semtin tüm insanlarına öğrettiği, bir dövme gibi herkesin "ait olduğu yer" i gösteren "argo" ile orada tanıştım. Pek severim doğrusu argoyu. Doğru kullanıldığın da apayrı bir kültürdür anlayanlar için. Çok hüzünlü hikayeleri, en metanetli, en olgunlukla karşılayıp anlatabilmektir. Aslında "eyvallah" demenin kendine has şeklidir.
Neyse, işte o "denizcilik argo"su ile anlatmaya çalıştığım çocukluk anım.
İyi okumalar.
80'li yılların ilk yarısı, 12-13 yaşlarındayım. Her çocuk gibi bende bisiklet delisiyim. Öyle böyle değil, vita'lı peynirli ekmeği bile sele üstünde kaktırıyorum.
Bisikletimi uçurduğum gibi saatlerce afi kesiyorum. Sürekli voltadayım, sahille ev arası .Her seferinde de evdekilerden alabandayı yiyorum, Ya paçalar yağ içinde kalmış ya düşmüşüm façam kaymış..
Babam sesini hiç yükseltmez,su kaçırmazdı ama öyle atıp kör ederdi ki ulen çıngar çıkarsada laf etmese derdim.
İmam verir talkımı kendi götürür salkımı hesabı öğüt verirdi. Verirdi de o yaşlarda kim dinler ki. Kafa kafa değil payton feneri. Bir kulağımdan giriyor diğerine ulaşmıyor bile.
Yine birgün payandaları çözdüğüm gibi, caddeyi tuttum.
Karagümrük'teyiz. Kariye meydanından sallandınmı aşağıya çağanoz gibi, Ayvansaray, Balat'a indin mi sahilden kır dümeni istediğin yere. En sevdiğim Galata köprüsüne gidip balık tutmak, hamsi bira takılanları seyredip, kokusundan faydalanmak.
Sarayburnun da fener de denize girmek.
Yine öyle yapıyorum.
Geç olmadan eve dönmem lazım, başlıyorum hızla alarga etmeye. Zeyrek'den çıkacağım kestirme olsun diye. Mantara bağlamamak için ivediyim..
Tokadi türbesinin önünden geçiyorum ama bir Fatiha yı çok görerek. Ve 10 metre gitmiyorum ki, girdiğim bir çukurda bisikletim tam ortadaki ek yerinden kırılıyor..
Anam da o kadar demişti, "dua et hayrına, işler gider kolayına" diye..
Bir seksen yerdeyim. Bozum olmuşum ki sorma gitsin. Olanla ölene çare yok, bisikletin haşatı çıkmış, kolumda ve dizim de hatıralıklar.
Sırtlanıyorum bisikleti delikanlı bedenime ve biniyorum tabanvay'a, kasıyor, aşağı vuruyorum,sahile iniyorum gene düz ayak gideyim diye...Ama benim payton feneri kafam işte.
Çakırağa'yı katmıyorum hesaba.
Eve az kaldı, yukarı çıkıyorum o meşhuurr Chora kilisesinin önündeki yokuştan. Yağhaneden meydana çıkacağım. Bilmeyenler için söyleyeyim İstanbul'un en dik yokuşu derler kendisi için, ne kadar doğru bilmem...
Güneşten nar gibi olmuşum, kuyruğu titretmek üzereyim, kan yüzüme hücum etmiş, ağız ve burundan nefes almadığım kesin....
Tam yokuşun ortasında bir araba bodoslamadan geliyor ve duruyor. 52 model Fındık motor marşpiyellerinde kama çakılı Chevy. Ceketi omuzun da herzaman ki gibi, yarı kanlı gözleriyle,
Babam.
Hep çok iplediğim, bir o kadar da üçbuçuk attığım, çok sevdiğim babam...
Bıyık altından gülümsüyor o zaman çakallıyorum amaaa,
" Afferim oğlum afferim.. Hep seni o taşıyacak değil ya, biraz da sen onu taşı.." diyor ve köklüyor gazı...
İşte o gün.. işte o gün ilk defa rahmetliye rahmet okumanın ne olduğunu öğreniyorum.
Ve mahalleye gelip de imanım ahretliklere anlatırken sahneyi, işte o hepimizin bildiği sözleri ilk defa o gün söylüyorum bende..
"Baban'a bile güvenmiycen ooolum, aldınmı yarı yolda bırakmıycek saalam pisiklet alcen"...
Hiçbir zaman yarı yolda kalmamanız dileği ile.
Sevgi, Saygı ve Selametle..
12 Aralık 2016 Pazartesi
Çınarcık-Küçükyalı Seyri 9 Aralık 2016
Sabah geç kalktım. Uzun süredir görmediğim abim ziyarete geldiğinden bir önceki akşam yaptığımız koyu sohbetin sonucu bu oldu.
Sağlam bir kahvaltıdan ve abimi yolcu ettikten sonra hazırlamış olduğum standart uzun seyir listesinden gerekli kontrolleri yaparak eşyaları apartman boşluğuna indirdim. Sonrasında dışarı çıkıp havayı gözlemledim.
Lodos beklendiğinden sahil şeridi dümdüzdü. Yine de arada kaynağı belli olmayan bazı dalgalar kıyıya vuruyordu. Ufuk çizgisine bakıp görmeyi umduğum lodos dalgalarını ise boşuna aradım. Başım biraz öne düşmüş, yelkenli seyir yapamayacağım.
Dönüp apartman boşluğundaki botumu çıkardım. Kaldırıma bırakıp ters çevirdim. Üzerine taktığım tekerleklerin yardımıyla botu birkaç apartman uzaklıktaki sahil şeridi kaldırımına kadar rahatlıkla çekerek taşıdım
Kaldırımla taşlık zemin arası bir adam boyu olduğundan botumu yavaş yavaş iterek önce boşluğa çıkardım sonrasında kıç tarafı taşlara dokunacak şekilde aşağı sarkıtıp baş tarafını kaldırımın duvarına dayadım. Sıra tahta merdivene kullanıp aşağıya inmeye demiri denizde uygun bir noktaya bırakmaya ve ipini sahilde merdivene bağlamaya geldi, yaptım Bir önceki sefer yoldan geçen biri sağ olsun yardım ettiği için botu denize indirmek görece kolay olmuştu. Şimdiyse iş başa düştü. Yer yer midyeli kayaların olduğu suya nasıl indirmeliyim? Denize girip riskli taşları teker teker belirledim. Botu denize daha güvenli indirmek adına yine ters yüz edip çekmeye başladım. Bir yandan botu 200 metre ilerideki kumsala götürüp denize indirmediğim için kendime kızıyor, diğer yandan yavaş yavaş çekmeyi sürdürüyordum. Zaman zaman beliren dalgalarsa hiç yardımcı olmuyordu. Sonunda botu kritik alanın dışına çekip takla attırarak düzelttim. Baş taraftaki mapaya demirin ipini bağlayıp güvene aldım. Merdivene doğru giden ipin olduğu kısmını da kıç omuzluğundaki tutamağa bağlayıp fazla gezmesini önledim .
Motor... Kabus... Aşağıya nasıl indireceğim ? Kaldırımdaki motoru aşağı çekip alabilir miyim, ı ıhh, Kaldırımdan aşağı iple sarkıtıp indirebilir miyim, ı ıhh. Makara sistemi yapsam yolu kapatmam gerekecek. O da olmaz. Bastım küfürü : Ebleh! Doğrusu belki de botu kumsala kürek çekerek götürüp yeniden karaya çıkarak motorun olduğu yere getirmek , motoru üstüne yükleyip yine kumsala taşıdıktan sonra demir attığım yere geri gelmekti. Artık mantık falan kalmamıştı ya bir kaza olacak ya da iş yapılacaktı
Merdivene indim, motoru kendime çektim, dengemi ayarlayıp boşlukta tek elimle kavradım.
Basamakları inerken bir yandan dengemi korumaya çalışıyor, diğer yandan da merdivenin çökmemesi için ilgili yere baş vuruyordum. Merdivenler neyse ki bitti. Motorun kuyruğunu taşın üstüne koyup bir nefes aldım Artık haltları teker teker ettiğimden düşünmeyi bırakıp motoru omuzuma aldım bota taşıyıp taktım. YAŞASIN, TAKTIM.
Kullanım kılavuzlarını okumayı pek ihmal etmem. Motorun kılavuzunda da yapılmaması gerekenler listesinde bu yaptıklarım vardı ama başarmıştım he he. İleride olmadık bir yerde bunları yine yapmam gerektiğinde yapabileceğimi her gördüğümde biraz kibirli olurum. Sonrasındaysa felaketlerin arka arkaya gelen birtakım küçük aksaklıkların toplamından oluştuğunu hatırlamaya çalışır, kendime çeki düzen veririm En azından uykumu gıdamı tam aldım. Botu kalan eşyalarla doldurduktan sonra son bir kıçlık yere oturup motoru çalıştırdım ve güç verip seyre koyuldum.
İzmit Körfezi hattının sonuna kadar su yatıktı. Gözlemlediğim kayda değer şeylerden biri hat boyunca belirli bir bölgede hızlı bir şekilde gidip gelen bir gemiydi.Sanırım bir çeşit araştırma gemisiydi. O bölgeyi geminin dev dalgalarına dikkat ederek geçtim. Hattın sonuna doğru rüzgar ve iskele bordasına vuran dalgalar başladı. Belki de zaten oradaydı ama benim kat ettiğim yerler rüzgar almadığından dalga da yoktu. Dalgalar epey eğlenceliydi.Ta ki botun içine serpinti yapıncaya kadar... Su boşaltma vanasını açtım. Molaya kadar da öyle kaldı.
Büyük Ada'nın arkasındaki Balıkçı Adası'na gelinceye kadar zaman zaman denemediğim büyüklükte dalgalar geldiğinde ise kısa süreli sörf yapıp pruvayı yine adaya doğru düzelttim Sorunsuz, çevrem neta şekilde Balıkçı Adası'na varınca kısa süreli bir mola verip kontroller yaptım.
Sonrasında yola devam edip Büyükada -Heybeliada arasındaki kanala girince sıkışan sularla dalgalar iyice büyüdü ve benim kız kavalyeye uygun şekilde dans etmeye başladı. Videolarda sörfçülerin üzerine bindikleri dalgalara benzeyen bu dalgalar üzerinde ben de kendimi kaptırmışım. İki kere uzun sayılabilecek bir süre sörf yaptım. Neyse ki kendimi çabuk toparladım. Seyir sonrası yaptığım incelemede ortalama üç buçuk deniz mili olan hızımın sörf yaparken 6.4 deniz miline kadar yükselebildiğini gördüm.
Hep botla dalga eğitimi için böyle bir yer arayıp dururdum. Önce fırtınalı bir günde sahilden inceleme yapmayı ve sonrasında botu alabora etmek pahasına da olsa bir lodos fırtınasında eğitime gelmeyi düşünürken kanalı bitirmiş adaların ana karaya doğru olan tarafına geçmişim.
Seyir sona erdiğinde akşam alaca karanlığı çökmüştü.
8 Aralık 2016 Perşembe
HANGİ DURUMLARDA TEK BAŞINA DÜNYA SEYRİNE ÇIKILIR?
Diyelim çocukluk arkadaşın, yılların dostu seni kırdı.. Bu kırılganlık vazo gibidir. Asla eskisi gibi olmaz. Mutlaka bulamadığın küçücük bir porselen parça hep eksik kalır ve her seferinde koskoca vazo değilde o küçük parçacığın yokluğu gözüne takılır.
Kimi karakter özellikleri de böyledir.. Dürüstlük gibi mesela. Boş bir kağıt göstersem size ve ne gördüğünüzü sorsam.? Cevap boş bir kağıt olur.. Ama aynı kağıdın üzerine bir noktacık koysam ve tekrar göstersem cevap o küçücük noktacık olur. Geri kalan tertemiz kağıdı kimse görmez artık..
Dostuna kırıldın mı daha tamir olmaz , geçmez o kırgınlık.. Demem o yani.. Yıllarca unutmazsın ve asla eskisi gibi olmaz.
Ahh.. ama sevgiliye duyulan kırgınlık böyle değildir işte.. Ne kadar kırılsan da o aşk yok mu o aşk.. Şu şerefsiz plastik vazolar gibidir. Hani cam gibi gözüken ama asla cam olmayan.. Defalarca yere çalarsın da bir kez bile kırılmaz.
Dostuna kırgınlığın incecik porselen vazo gibidir. Kırıldı mı bir daha asla eskisi gibi olmaz. ama sevgilinin , aşkın kırgınlığı şu şerefsiz plastik gibi. asla kırılmaz.
Sevgilinin özlemi öyle ağır basar ki ne gurur kalır, ne şeref, ne haysiyet.. Kırıldığın halde bir de gider özür dilersin. Bazen yalvarırsın affet diye.. O zaman da ne gaddar olur bu sevgili.. Hani masallardaki gibi , sen yalvarıp, yakardıkça daha da uzaklaşır sanki senden. Yaşamış , gelmiş geçmiş tüm zalim kadınların ruhu bir olmuş, sanki sevgiliyi esir almıştır.
Yalvarmaların da yakarmaların da o tarih öncesi zalim kadınların alay eden kahkahaları arasında kaybolur gider. Ne çirkin bir kahkahadır o aman Allahım..
Ses sevgilinin sesi, gülüş O'nun tamam.. Ama o tüm kıskanç, zalim , aldatılmış kadınların ruhları yok mu.. ? İşte onların sesi delirtir insanı..
Nereye gidersen git, nereye kaçarsan kaç faydası yoktur. Gitmez o alaycı, zalim kahkahalar beyninden.. Çınlar durur..
İŞte bu zalim sevgiliden kurtulmanın tek bir yolu vardır. Tek başına uzaklara ama gidebildiğince uzaklara gidebilmek. ama öyle uçakla , tirenle , arabayla filan değil ha.. Daha terk ettiğin şehrin sınırlarından çıkamadan geri gelirsin.. İlk durakta inersin o trenden ve ilk uçak ile geri dönersin sabırsızca.
sadece ve sadece tek başına küçük bir yelkenli deva olur sana. Denizin ortasında kalmak.. O sevgiliye duyulan özlem dayanılmaz olduğunda uzaklarda ve tam da denizin ortasında olmak..Öyle bir yerde olmalısın ki hani şu Nemo noktası gibi.. İstesen de dönemeyesin sevgiliye.. Sadece tekne , sen ve deniz olacak.. Başka yer olmaz.
Yani demem o ki.. Öyle büyük bir aşk acısı çekmelisin ki , öyle uzaklara gitmelisin ki o özelem seni kahrettiğinde , her bir hücren ayrı ayrı sevgiliyi haykırdığında dönülmeyecek yerde olasın..
İşte o zaman dünya turuna çıkılır belki tek başına küçük bir tekne ile.. Aşk acısı çekmeden olmaz dostlar asla olmaz..
Böke.
Diyelim çocukluk arkadaşın, yılların dostu seni kırdı.. Bu kırılganlık vazo gibidir. Asla eskisi gibi olmaz. Mutlaka bulamadığın küçücük bir porselen parça hep eksik kalır ve her seferinde koskoca vazo değilde o küçük parçacığın yokluğu gözüne takılır.
Kimi karakter özellikleri de böyledir.. Dürüstlük gibi mesela. Boş bir kağıt göstersem size ve ne gördüğünüzü sorsam.? Cevap boş bir kağıt olur.. Ama aynı kağıdın üzerine bir noktacık koysam ve tekrar göstersem cevap o küçücük noktacık olur. Geri kalan tertemiz kağıdı kimse görmez artık..
Dostuna kırıldın mı daha tamir olmaz , geçmez o kırgınlık.. Demem o yani.. Yıllarca unutmazsın ve asla eskisi gibi olmaz.
Ahh.. ama sevgiliye duyulan kırgınlık böyle değildir işte.. Ne kadar kırılsan da o aşk yok mu o aşk.. Şu şerefsiz plastik vazolar gibidir. Hani cam gibi gözüken ama asla cam olmayan.. Defalarca yere çalarsın da bir kez bile kırılmaz.
Dostuna kırgınlığın incecik porselen vazo gibidir. Kırıldı mı bir daha asla eskisi gibi olmaz. ama sevgilinin , aşkın kırgınlığı şu şerefsiz plastik gibi. asla kırılmaz.
Sevgilinin özlemi öyle ağır basar ki ne gurur kalır, ne şeref, ne haysiyet.. Kırıldığın halde bir de gider özür dilersin. Bazen yalvarırsın affet diye.. O zaman da ne gaddar olur bu sevgili.. Hani masallardaki gibi , sen yalvarıp, yakardıkça daha da uzaklaşır sanki senden. Yaşamış , gelmiş geçmiş tüm zalim kadınların ruhu bir olmuş, sanki sevgiliyi esir almıştır.
Yalvarmaların da yakarmaların da o tarih öncesi zalim kadınların alay eden kahkahaları arasında kaybolur gider. Ne çirkin bir kahkahadır o aman Allahım..
Ses sevgilinin sesi, gülüş O'nun tamam.. Ama o tüm kıskanç, zalim , aldatılmış kadınların ruhları yok mu.. ? İşte onların sesi delirtir insanı..
Nereye gidersen git, nereye kaçarsan kaç faydası yoktur. Gitmez o alaycı, zalim kahkahalar beyninden.. Çınlar durur..
İŞte bu zalim sevgiliden kurtulmanın tek bir yolu vardır. Tek başına uzaklara ama gidebildiğince uzaklara gidebilmek. ama öyle uçakla , tirenle , arabayla filan değil ha.. Daha terk ettiğin şehrin sınırlarından çıkamadan geri gelirsin.. İlk durakta inersin o trenden ve ilk uçak ile geri dönersin sabırsızca.
sadece ve sadece tek başına küçük bir yelkenli deva olur sana. Denizin ortasında kalmak.. O sevgiliye duyulan özlem dayanılmaz olduğunda uzaklarda ve tam da denizin ortasında olmak..Öyle bir yerde olmalısın ki hani şu Nemo noktası gibi.. İstesen de dönemeyesin sevgiliye.. Sadece tekne , sen ve deniz olacak.. Başka yer olmaz.
Yani demem o ki.. Öyle büyük bir aşk acısı çekmelisin ki , öyle uzaklara gitmelisin ki o özelem seni kahrettiğinde , her bir hücren ayrı ayrı sevgiliyi haykırdığında dönülmeyecek yerde olasın..
İşte o zaman dünya turuna çıkılır belki tek başına küçük bir tekne ile.. Aşk acısı çekmeden olmaz dostlar asla olmaz..
Böke.
7 Aralık 2016 Çarşamba
6 Aralık 2016 Salı
Tiryaki 'den deniz kültürü üzerine bir yorum..
redaktörün başlattığı , benim devam ettidrdiğim , Kaan Özkan 'ın katkı yaptığı bu konu ile ilgili Tiryaki benim yazımın altına çok hoş bir yorum yapmış. Yorum değil ciddi bir yazı aslında.. O yüzden buraya aldım efendim..
Tiryaki yorumunda şöyle anlatmış konuyu;
Bence deniz kültürü amatör denizcilikten bağımsız, tek başına ele alınması ve daha bayağı bir tartışılması gereken temel başlık. Bizzat kendimden yola çıkarak biraz paylaşmak isterim düşüncelerimi.
Ben bir memur çocuğuyum. Çocukluğumun Kadıköy'de geçmese belki de denizle ilişkim bugün olduğu noktaya gelemezdi. Ortalama bir İngiliz çocuğu yelken yaparken ben sandal kiralayarak kürek çekiyordum. Ya da okulu kırıp İnciburnu'ndan, eski nikah dairesinin mendireğinden beyaz donumla denize giriyordum. 30'lu yaşlarıma kadar da deniz kültürü diye bir kavramdan ne haberdardım, ne de kafa yormuştum. Tek bildiğim, daha çocuk yaşlardan itibaren bir tekne hayali kurduğumdu. Ta o yıllardan itibaren hep bir sınıf sorunum oldu. Ki hala da var
Şanslıydım. Seçimlerimi hep denizden yana yaptım ve sürekli denizle iç içe oldum. Ta ki STH deneyimi sayesinde denizle iç içe olmanın bir adım ötesine geçtim. Hatta bir çeşit deniz hayvanı olduğumu keşfettim. 12 yıllık STK deneyiminin daha ikinci yılında farkettiğim en önemli şey "deniz kültürü" kavramının önemi oldu.
4 metrelik bir bottan 15 metrelik bir tırhandile dikey geçiş yaparken tek bildiğim denizde olmak istediğimdi. Hatta tek güvencem de bu istekti. 3 yılı aşkın bir zamandır bir teknem var. 3 yıldır kazandığım her kuruşu onu varetmek adına harcarken en ufak bir tereddüt hissetmiyorum. Çoğu zaman oturup havuzlukta bu durumu düşünürken buluyorum kendimi. Mantıklı hiç bir açıklama bulamıyorum. Çünkü yok. Bu benim için bir yatırım, bir araç değil; yıllardır özlemini çektiğim "yaşam tarzı".
Teknemle ilk yılımı bir marinada geçirdim. Duşlar nefis, tuvaletler temizdi; teknemin dibine park edebiliyordum. Ama kendimi Küçük Armutlu'dan, Bebek'e taşınmış falan gibi hissediyordum. Bir yıl boyunca keyfim yerindeydi yerinde olmasına, ama hiç bir zaman kendimi oraya ait hissedemedim. Nitekim Kaş'a yerleşme kararımın da merkezinde görkemli SETUR Marina değil, her daim yaşayan, gürültülü ama gerçek Kaş Limanı vardı.
Henüz alarga yaşamayı göze alamadım. Hatta her yaz gördüğüm yaşlı İngiliz ve Hollandalı denizciler ciddi boyutlarda sinirime dokunuyor, ulaşılmaz geliyor şimdilik. Ama bildiğim bir şey varsa ben bir “denizciyim”. Kendi çapımda, kendi halimde. Belki genetik kodumda pek yoktu ama sonradan bir deniz hayvanı oldum ve deniz kültürü denen başı sonu belirsiz kavramın da ayaklı bir örneği haline geldim. Yaşantım tamamen denize odaklı. Giyimden, gündelik eşyaya, tatil tercihlerimden, meslek seçimlerime kadar yaşamımın tamamı deniz temalı.
Demeye çalıştığım, bir tekneyle denize çıktığımızda ya da bir tekne alıp marinaya bağlayıp havuzluğunda içkimizi yudumladığımızda hepimiz kendi çapımızda yaşıyoruz denizi ve denizciliğimizi. Sorun diğer yazılarda da belirtildiği gibi genel algıda. Teknesi olan herkesin kodaman olarak algılandığı, dahası kodaman muamelesi gördüğü bir toplumda işimiz zor. Her fırsatta ve her platformda dile getirmeye çalıştığım nokta da bu; denizi insanların yaşamında konumlandıramadıkça “deniz kültürü” dar bir kitlenin yaşam tarzı olmaktan öteye geçemeyecek, teknesi olan kodaman olarak görülmeye devam edecek.
Son olarak, geçen ay şenlik kapsamında çocuklara denizcilik eğitimi verirken anlatmaya çalıştığım şeylerden biri dalış ya da gezi teknesi olmayan Yengeç’in benim ne işime yaradığıydı
KUZEY KUTBU - SONUN BAŞLANGICI
Sonun başlangıcı, evet iddialı bir söylem ama acaba mı? da dedirtmiyor, değil doğrusu.
Üst üste bir kaç kaynaktan Kuzey kutbunun
"ölüyoooruummm" diye bağırdığına dair makaleler ve bilimsel araştırmalar
denk geldi, elime geçenleri okudum. Bu tür çalışmalar yeni değil elbet her sene çıkar ama bu sefer ki sonuçlarda hepsinin de ortak noktası bugüne kadar
"gelecekte" dediğimiz geleceğin aslında o kadar da uzağı işaret
etmediği, bahsedilen "geleceğin" şu anki şartların, bırakın ağırlaşmasını,
hiç değişmese dahi dünyamızın tolere edebileceği eşiği çoktan aşmış olduğu ve
2030-2035 yılları arasında bir yaz günü son nefesini vereceği yönünde hem
fikirler.
Anladığım kadarı ile buna nasıl karar
vermişler, anlatmaya çalışacağım ;
Malumunuz, 23 Eylülden itibaren Kuzey
kutbu güneşi "batırdı", 6 aylık kış ve dolayısı ile
"gece"si başladı. Bunun anlamı
da batmamış gibi yapan güneş ışınlarının hiç bir işe yaramadığı ve kuzey
kutbunun yaz aylarında eriyen buzulları tekrar yerine koymaya ve buz miktarının
giderek artmaya başlaması, gerekirdi. Gerekirdi diyorum çünkü böyle olmadı.
Bilim insanlarının şu an için açıklayamadıkları bir şey oldu, Ekim ayında. Bir
anda deniz buzu büyümesi önce hızla yavaşladı ve tamamen durdu. Ne olduğunu
anlamaya çalışırlarken zaten yazdan kalan buzullarda erimeye başladılar.
Tahmin üzerine kurulu en iyi
projeksiyonlarda, okyanuslardaki ve havadaki hızla artan ısınma , kutup
bölgesinde hızlı bir şekilde büyümesi gereken dönemi terse çevirdi ve erimeye
başlamasına sebep oldu.
İklimin normalin çok dışında seyrettiği
ve beklentilerin boşa çıktığı ve kayıtlarda en sıcak yazların görülmeye
başlamasının beklenen senaryoyu hızla sahneye konduğu yönünde.
Bu olayları yakından izleyen Amerikan
Ulusal Buz ve Kar Veri Merkezi, 2015 yılında da Ekim ayının sonlarında Eylül ayı
sıcaklıklarının görülmesi üzerine, Doğu Amerika büyüklüğünde bir buzul alanının
yok olduğunu ve bu olayın kutup bölgesinin 2.23 derece mevsim normallerinin üzerinde ısı artışına
sebep olduğunu, bunun da buzulların güneş görmemesine rağmen erimeye devam ettiği
anlamına geliyor.
Bilirsiniz ki kutup bölgesi son derece
hassas bir dengeye sahip, 2.23 derecelik bir artış o dengeye ciddi hasar
vermesine sebep olabiliyor. O bölgede sürekli araştırma yapan üniversitelerin
araştırma görevlileri, veri tabanına göre son 68 yıllık istatistikleri altüst
etmiş durumda.
Tam bir sirkülasyon içinde giriliyor, sıcak
hava sıcak su demek, dünyanın diğer bölgelerinde hava ısınıyor, dolayısı ile
sular ısınıyor, akıntılarla kutup bölgesine geliyor, sıcak su buhar
oluşturuyor, buzulları bir taraftan eritirken bir taraftan havayı da ısıtıyor,
buda süreci hızlandırıyor.
Kuzey kutbunun kendine has
özelliklerinden biri buzul tabakasının çok eski olması ama 1980 li yıllardan beri
hızla erimeye başlayan veri aynı hızda geçtiğimiz kış dönemlerine donan buzulla
genç buzullar oluşmasına sebep oldu ve bu iklim şartlarına eski buzullar kadar
dayanamadıkları içinde çok daha hızlı eriyorlar. aynı durum Güney kutbundan da
görülmeye başlamış durumda.
Atmosfer bilimcilere göre, tropik iklimlerde
görülen hızlı değişikler sonucunda, belli bir dalgalanma oluşuyor. Bu
dalgalanma, havanın ekim ayında ısınmasına ve doğu bölgelerden kuzey doğu
asya'ya doğru hareket ediyor. Bu sıcak hava dalgası dönerek Bering boğazı aracılığı
ile kutuplara vardığını, buna benzer başka bir dalgalanmanın ise kuzey atlantik
üzerinden direk kutup bölgesinde etkili olduğu yönünde.
Bu iki dalgalanma ve yukarıda yazdığım
gibi erime sonucu oluşan buharlaşma başka bir kısır dögüyü tetikliyor çünkü
sera gazı etkisi ile havayı aynı bölgede hapsediyor, bu da tahmin edeceğiniz
üzerine daha da hızlanmasına sebep oluyor.
Bu durumların ilginç sonuçları olabileceği
de düşünülüyor. Örneğin, eriyen ama yeterince ısınmamış olan yüksek miktarda ki
suyun atlantik okyanusuna hızlı bir şekilde karışması, gulf stream akıntılarına
etkisi, bölge basıncının hareket ederek kutuptan kuzey yarım küreye hareket
ederek, yakın geçmişte görülmeyen kış mevsimlerinin yaşanması, ve yine basınç
değişimi ile alışık olunmayan bölgelerde kasırgaların görülmesi, ısınma
etkisiyle yanardağların harekete geçmesi gibi daha farklı ama 5 yıl sonraki
projeksiyona bırakılan sonuçlarda konuşuluyor.
Elbette önümüzde ki 5 yıl içerisinde ki
kuzey kutup davranışı herşeyi çok daha net bir şekilde önümüze koyacak.
İnsanoğlu
zaten her şeyi mahvetti, sanırım özel bir cehenneme gitmesine gerek yok zaten
kendi cehennemini kendisi yaratıyor. Bunun en güzel örneği yakın zamanda
gerçekleşti. Malum Küresel ısınma ile ilgili dünya devletleri bir takım
anlaşmalar imzaladılar. Bu iyi bir şeymiş gibi görülse de, son Paris konferansında
dünyayı sadece 1 derecenin değiştirebileceği bilinirken alınan karara göre 2
dereceye kadar sera gazı salınımına izin verilmesi yönünde idi. Bugüne kadar bu
tür anlaşmalar imza atmayan ama lütfedip anlaşmaya varan Amerika ise Trump ile
beraber “iklim saçmalığı” beyanı ve bu anlaşmadan imzasının geri çekeceğini söylemesi
olay oldu.
Bu yazıyı hazırlarken dikkatimi çeken iki
şey oldu. Birisi gelişmiş dediğimiz ama aslında sadece kendini düşünün
ülkelerin her bir şey için, "merkezleri" olduğu ve üniversitelerinin
kutup bölgeleri dahil sürekli "araştırma" içinde oldukları. Diğer
dikkatimi çeken şey ise, bugüne kadar konuşulan bu tarz senaryolar için hep
önümüzde ki 100 yıl, yarım asır sonra, biz görmeyeceğiz ama torunlarımız filan
derdik. Artık projeksiyonlar 5-25 yıl aralığına kadar düştü. Yani muhtemelen
bizlerde görecek ve yaşayacağız.
Bu arada dünyada gidecek bir yer aranıyor
ya hep, son buzul çağında dünyada tek yaşanabilir nokta olarak Bolu dağları
kaldığı, yaşamın buradan tekrar filizlendiği söylenir. Aklınızda bulunsun.
Son olarak, Danimarka Meteoroloji
Enstitüsünün hazırlamış olduğu kuzey kutbu veri görsellerini de sizlerle paylaşıyorum.
Cehenneme Hoş geldiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)